Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 58. haftasından herkese merhaba. Kısa metrajlarda geçmiş zamanda geçen hikayelere pek sık rastlamasak da arada bu tarz hikayeleri izlemek mümkün olabiliyor. Bugün ağırlayacağım Emir Külal Haznevi de hikayesini geçmiş zamanda kuran yönetmenlerden biri. 1986 yılının İstanbul’unda geçen ve sürpriz sonuyla hayattaki tesadüflerin ilginçliğini ortaya koyan Yüksek İrtifa ya da Şeylerin Tuhaflığı, çok sevdiği dayısının Almanya’ya dönmesini istemeyen 8 yaşındaki Zehra’nın yaptığı muzipliği ve sonrasında şoke eden gerçeği anlatıyor.
Emir Külal Haznevi ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Emir Külal Haznevi?
1986 yılında Suriye’de doğdum. Doğumumdan kısa bir süre sonra ailemle birlikte İstanbul’a yerleştik. Çocukluğum, gençliğim İstanbul’da geçti, İstanbul’da büyüdüm. Çocukluğumdan itibaren görsel sanatlara her zaman ayrıca bir ilgim vardı. Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünden mezun olduktan sonra sektörde çeşitli görevlerde yer aldım. Ama en başından beri hayalim, hatta ilk gençlik yıllarımdan beri hayalim diyebilirim, kendi hikayelerimi anlatan filmler yapabilmekti. Hala da bunun için çalışıyorum.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Film, ilk taslak aşamasından izleyici ile buluşmasına kadar yaklaşık 14-15 aylık bir sürede tamamlandı. Hikayenin ilk taslağını yazdıktan sonra fikirlerine güvendiğim yönetmen ve senarist arkadaşlarıma yolladım. Onlardan gelen geri bildirimler ve yaptığımız fikir alışverişleriyle birkaç taslak daha yazdım. Yapımcımın desteği ve büyük çabasıyla filmi çekmeye karar verdim. Hikayede özellikle baba karakterini yazarken kafamda hep Beyti Engin’i baba olarak canlandırıyordum. Beyti bizim çok iyi bir arkadaşımızdır. Kendisiyle görüştük. Sağ olsun bizi kırmadı. Daha sonra Işık Yönt ve Ömer Fırat Köker kadroya dahil oldular. Onlarla zaten daha önceden de çalışmıştık. Zehra karakteri içinse Miray Karaca ile çalıştık. Ardından yaklaşık dört günde film çekimini tamamladık. Kurgusu ve post-prodüksiyonu da yaklaşık 20 gün sürdü.
Filmin ortaya çıkış hikayesi nasıl gerçekleşti?
Filmdeki hikaye aslında, çok iyi arkadaşım ve aynı zamanda beraber iş yaptığımız Emrah Tellioğlu’nun anlattığı bir olaydı. Filme küçük bir kızın tesadüfi olarak hayatın akışını değiştirmesi üzerine kısa bir film diyebiliriz. Almanya’dan ziyarete gelen dayısının gitmesini istemeyen Zehra’nın yaptığı çocukça bir hareketin (ya da şakanın) sonucunda yaşananları görüyoruz. Bu hikayeyi duyduğum anda sanki eski bir anım gözlerimde canlanmış gibi samimi duygular hissettim. Filmin finalinden bağımsız olarak karakterlerin, onların davranışlarının, olaylara verdikleri tepkilerin tamamının üzerimde bıraktığı sahicilik hissi, beni bu filmi yapmaya teşvik etti.
Filminiz TRT 12 Punto destekli. Filmin fon bulma sürecinden kısaca bahsedebilir misiniz?
Türkiye’de sayılı kurum kuruluş kısa film desteği veriyor, TRT 12 Punto da onların en önemlilerinden birisi. En temelde yapmaya çalıştığımız şey; kendimizi iyi ifade etmek, projeyi doğru anlatmaktı. Çok titiz çalıştık, iyi araştırdık. İstenilen belgelerin tam ve kusursuz olmasına özen gösterdik. Projeye neden bu kadar çok inandığımızı doğru ifade etmeye çalıştık. Bunu başarmış olmalıyız ki TRT 12 Punto Yapım Desteği’ni kazandık. Sonuç olarak yaptığımız başvuruya yakın bir film çekmiş olmak benim için oldukça önemliydi. Bunu başarabildiğimiz için mutluyum.
Filmde, çok sevdiği dayısının Almanya’ya dönmesini istemeyen 8 yaşındaki Zehra’nın yaptığı muzipliği ve sonrasında şoke eden gerçeği izliyoruz. Hikaye kurgusal olmasına karşın tüyleri diken diken eden bir finale sahip. Filmdeki bu kırılmayı senaryoyu yazarken kurgulama süreci nasıl işledi?
Benim için filmin en önemli sahnesi; baba rolündeki İsmet karakterinin kızı Zehra’ya, 8 yaşındaki bir çocuğa, yaptığı muziplikten dolayı sanki dünyayı yıkmışçasına abartılı bir şekilde fırça atması ve hayata dair olan bütün öfkesini o kıza yansıtmasıydı. Bu sahneye dair bir düşünce vardı kafamda. Ve filmin o şaşırtıcı finalini, İsmet’in Zehra’ya attığı o büyük fırçanın, o her şeyi düzeltici diyebileceğimiz kadar kavramlardan bahsederek birçok şeyi üst üste koyarak ve haklılık payesi çıkartmaya çalışan babanın gösterdiği tepkiye karşı, kızın masumane bir muzipliğinin bambaşka bir şeyle sonuçlanmasını çok etkileyici buluyorum. Bugün bile filmin sonundaki o anın değil, o an gerçekleştikten sonra babasının duyguları ve şaşkınlığı benim için çok daha büyük bir kırılma. O yüzden o sahneyi merkeze alarak yazmaya çalıştım.
Filmdeki olaylar 1986 yılının İstanbul’unda geçiyor. İlk andan itibaren filmdeki sahneler ve objeler bize o atmosferi yaşatmayı başarıyor. Kısa film çekmek isteyen yönetmenler için özellikle zorlu bir maddi külfet getiren bu dönem hikayesinin altından nasıl kalktınız?
Öncelikle sizin bir izleyici olarak film atmosferi hakkında görüşleriniz beni gerçekten mutlu etti. Aslında özellikle başlangıç projesinde dönem hikayelerinden kaçınmakta fayda olduğunu, güncel ve bilindik bir hikaye ile daha kolay ilerlenebileceğini düşünüyordum. Çünkü bir dönemi yansıtırken, sanat yönetmenliği tarafı zorlayıcı olabiliyor. Hem maddi olarak hem de gerçekliği tutturabilmek için o döneme ait çok ciddi bir çalışma süreci gerçekleştirmek gerekiyor. Ancak tesadüftür ki, bizim hikayemizin de geçmiş bir dönemde anlatılması kaçınılmazdı çünkü bugün böyle bir olayın yaşanması çok mümkün değil. Çocukluk hatıralarımdan beslenerek hikayenin en azından sanat yönetimi ve o atmosferi yaşatma tarafını gerçekleştirmeye çalıştım. Ben sektörde uzun zamandır yapımcı, yaratıcı ve proje tasarımcısı olarak çalışmanın avantajlarını yaşadım. Görüntü yönetmenliğinden, prodüksiyon, post-prodüksiyon, ışık, sanat yönetmenliğine kadar daha önce çalıştığım birçok insan bu işte bana destek oldu; ancak bu şekilde altından kalkabildim. Yoksa sadece finansal güce güvenip böyle bir film çekmenin hiç akıllıca bir hareket olduğunu düşünmüyorum.
Film bir dönemi anlattığı için, seyirciyi o atmosferin içine dahil etmek adına sıkı da bir araştırma yapmak gerekiyor belgesel film çekermişçesine. Bu süreç sizi zorladı mı?
Ben yaptığım her işte çok uzun bir araştırma süreci geçiren birisiyim. Bir şey oluştururken çalışkan olmamla bilinirim. Uzun uzun çalışmak ve araştırma yapmak benim açımdan zorlayıcı bir şey değil, aksine bu araştırmalardan keyif alıyorum. O dönem kullanılan aksesuarlar, kıyafetler, konuşma biçimi, İstanbul’un o günkü atmosferi, gurbetçilerin sosyolojik olarak Türkiye’deki insanlarla ilişkileri, Türkiye’ye geldikleri zamanki halleri ve tavırları çalışmaktan keyif aldığım şeylerdi. Aynı zamanda ben de bir göçmen olduğum için çocukluğumda Suriye’yi ziyaret ettiğim zamanlardaki o hal ve tavırdan, gördüğüm, gözlemlediğim şeylerden de tabii ki ilham aldım.
Almanya’ya gidenlerle gelenlerin kültür karmaşasının en net biçimde yaşadığı dönemleri işleyen filminiz bu anlamda içinde zıt karakterler barındırıyor. Almanya’da çalışan dayı Sezer ve Türkiye’de yaşayan eniştesi İsmet üzerinden Türkiye’nin o yıllardaki atmosferini de vermiş oluyorsunuz. İkilinin arasındaki diyaloglar sosyal statüler üzerinden üstün gelme halini net biçimde yansıtıyor. Filmin çatısı açısından önemli bu iki karakteri oluşturma aşamasından bahsedebilir misiniz?
Filmin başladığı andan itibaren bu iki erkek karakter arasındaki gerginliğin hissedilir olmasını istiyordum. Çünkü 80’lerde Türkiye ve Avrupa’daki yaşam arasındaki o büyük uçurum, Almanya’dakilerin ya da Avrupa’dakilerin çok kolay ulaştığı şeylerin Türkiye’dekilere çok uzak geldiği bir dönem. Bu tür şeylerin Almanya’da çok kolay ulaşılabilir şeyler olduğunu ve bunun bir statü açısından Sezer’i üstün hissettirdiğine dair bir fikrim vardı ve bunun İsmet’te çok büyük bir gerginlik yaratacağının farkındaydım. Çünkü sözgelimi Almanya’da bir televizyon, bir video oynatıcı, bir kasetçalar, güzel bir saat çok daha kolay bulunabilirken; Türkiye’de o dönem için bunu çok söyleyemiyoruz. İsmet’in de gözbebeği bir otomobili var. O zaman için 8-9 yaşında. Ama Sezer tarafından bu otomobil adeta bir külüstür muamelesi görüyor. Çünkü Almanya’daki, Avrupa’daki gurbetçilerin otomobile bir statü göstergesi olarak bakması bir alışkanlık. Fakat bu tavır Sezer ve İsmet arasındaki çatışmanın da sebeplerinden bir tanesi. Bu karakterlerin öne çıkan özelliklerini her ikisinin yerine kendimi koyarak “Aslında nasıl hissederdim ve nasıl davranırdım ve bu izleyicide nasıl bir karşılık bulurdu?”yu düşünerek yaratmaya çalıştım. Elbette ki o dönemdeki insanların yaşam tarzlarını, gelir düzeylerini, ulaşabildikleri ve ulaşamadıkları şeyleri, sosyolojik olarak içinde bulundukları psikolojik durumları da inceleyerek araştırarak bu karakterleri oluşturdum. Galiba filmde en memnun olduğum şeylerden bir tanesi İsmet ve Sezer karakterlerinin arasındaki gerginlik diyebilirim.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Dürüst olmak gerekirse usta yönetmenlerin ürettiği filmlerden yakın zamanda çok etkilendiğim olmadı. Ben usta yönetmenlerin kısa film çekmesinden daha çok kısa filmleriyle maharetlerini ortaya koyan yönetmenlerin uzun metraj filmlerini görmekten mutluluk duyuyorum. Lynne Ramsay, Ruben Östlund, Joachim Trier ve Stefan Arsenijevic ilk aklıma gelenler. Türkiye’den de Arda Çiltepe’nin kısa filmini izledikten sonra uzun metrajda neler yapabileceğini düşünmek beni heyecanlandırıyor.
Bunun tam bir doğrusu var mı bilmiyorum. Bunlar bence birbirinden farklı disiplin ve pratikler. Tabii ki Türkiye’de kısa filmlere uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor olabilir. Öyle zannediyorum ki bunun en temel sebebi Türkiye’deki ve Avrupa’daki sektörün küçük olması ve biraz da endüstrinin beklentileri. Çünkü Türkiye’deki sektör, hatta Avrupa’daki sektör bunun için çok küçük. Hollywood ya da Bollywood gibi çok hızlı ve kolayca film üretmemiz çok mümkün değil. Bugün Türkiye’nin en önemli yönetmenleri bile fon, yapımcı, dağıtımcı bulmakta zorlanırken filmlerin gösterilmesinde de zorluk yaşıyorlar. O yüzden genç, yaşlı fark etmeksizin insanların önce kısa filmlerle kendilerini kanıtlamaya çalışmasını ve daha sonra yapacaklarsa uzun metraj filmlerle ilgili çalışmalar yapmasını makul görüyorum. Bunun yanı sıra sektörün de böyle bir beklentisi var. Herhangi bir kısa film çekmemiş veya bırakın kısa film çekmeyi kısa filmleri ödül kazanmamış, festivallerde gösterilmemiş yönetmenlerin, uzun metraj film çekmek istediklerinde bir destek almaları çok zor gözüküyor. Fakat bu sadece Türkiye’de yaşanan bir sorun değil. Yurtdışında da aynı sorunlarla karşılaşmak mümkün. Hırvat yönetmen Antoneta Alamat Kusijanović’in geçtiğimiz yıllarda kısa filmi Into the Blue ile Berlin Film Festivali’nde ödül almasının, bu yıl Cannes’da Murina ile Golden Camera ödülünü kazanmasının yolunu açtığını düşünüyorum. Diğer yandan Stefan Arsenijevic, Berlin’de (A)Torzija kısa filmiyle Altın Ayı kazanmıştı. Ondan sonraki uzun metraj film denemeleri tamamen onun dışında bir anlatıya döndü ve yine başarılı oldu. Ama diğer taraftan da The Neighbors’s Window filmiyle En İyi Kısa Film Oscar’ını kazanan Marshall Curry var. Onun bugüne kadar kariyerindeki filmlerinin tamamı kısa film ve belgeseller üzerine. Shawn Christensen gibi birçok farklı disiplinde sanat üretirken sinemada sadece kısa metraj filmler üreten sanatçılar da var. Ki bu iki isim de film endüstrisinin devasa olduğu Amerika Birleşik Devletleri’nde üretimlerini sürdürüyorlar. Bu esasen yönetmenin tercihine göre değişiyor.
Belki de Türkiye’de daha iyi bir kısa film endüstrisi oluşursa yönetmenler, kısa film çekmeyi uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak görmezler, ki ben görmelerinde de bir sakınca görmüyorum. Film yapmayı öğrenmenin en temel yolu üretmek. Bir yönetmen için film dili uzun sürelerde kurulacak bir şey ve bunu bir kere iyi yaptığınızda bile her zaman iyi yapacağınız anlamına gelmez. Yeryüzüne bugüne kadar çok az sinema dehası geldi, onlardan birisi olduğumuz varsayımı üzerine hareket edip sonuçta neredeyse kaçınılmaz olarak hayal kırıklığına uğramak yerine film yaratımının bir süreç olduğu gerçeğini kabul etmek gerekiyor. Kısa film de iyi bir başlangıç noktası.
Röportajımıza ilk uzun metraj projeniz “11 Yıldız, Güneş ve Ay” ile noktalayalım dilerseniz. Filminiz bize ne anlatacak ve proje şu an hangi aşamada? Ufak tüyolar paylaşabilir misiniz?
11 Yıldız, Güneş ve Ay benim ilk uzun metrajlı filmim olacak. Film bir kimlik ve aidiyet hikayesi. Kendini arama ve bulma hikayesi temelde. Babası Suriye asıllı bir Arap Hristiyan olan genç kadının, kendi ve ailesi hakkındaki sırları keşfettiği ve ardından buna dair adımlar attığı ve gerçek bir olaydan esinlendiğim bir hikaye. Bildiğim, tanıdığım, şahit olduğum ve onları yeni bir hikayede yeniden yarattığım bir film olacak. Hikaye hala geliştirme aşamasında, şu ana kadar Zagreb Film Festivali’ne, Pristina Forum’a, Boğaziçi Film Festivali’nin film geliştirme bölümlerine seçildi. 11 Yıldız, Güneş ve Ay filminin yanı sıra çekmek istediğim Suriye; Uyuyan Güzel isimli bir kısa filmim daha var. O da balerin olmak isteyen Suriyeli genç bir kadının hikayesi. Şimdilerde 11 Yıldız, Güneş ve Ay ile birlikte Suriye; Uyuyan Güzel filmi üzerine çalışmaya devam ediyorum.