Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 80. haftasından herkese merhaba. Kimi zaman karşımıza çıkan bir kişi ve önemsiz görünen bir nesne, monoton seyrinde ilerleyen yaşamımızdaki değişikliğin fitilini ateşleyip bakış açımızı bütünüyle değiştirebilir. Zihnini bu konu üzerine yoran ve yaşadığı sürecin de etkisini göz ardı etmeyen Arda Gökçe, kısa metrajı Sıradan Bir Gün ile yeni haftanın röportaj konuğu olacak. Kentin sokaklarında sabahtan akşama kadar amaçsızca gezen Tolga’nın iş görüşmesine giderken yolda gördüğü bavul sonrası yaşadıklarını anlatan filmin başrolünde ise Meli Bendeli yer alıyor.
Filmin yönetmeni Arda Gökçe ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Arda Gökçe?
1997’de doğduğu dört tarafı dağlarla çevrili şehirde, Amasya’da büyürken idealindeki hayatı filmlerle yaşamış ve geçen 18 yılın ardından üniversite öğrenimi için geldiği İstanbul’da kendini varoluşsal sorgulara itecek olan kaosun içinde bulmuştur. Bu süreçte içe dönük iyileşme çabalarını film yaparak karşılamayı deneyen birine dönüşmüştür.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Filmi, Kasım 2018’de yazmaya başlasam da gelişen süreçte sinema anlayışımın evrilmesiyle yapının neredeyse tamamını değiştirmeye uğraşmak epey zaman aldı. Bu süreçte pandeminin de araya girmesiyle çekim tarihi Eylül 2020’ye kadar ertelendi.
Bu filmin, hikayesiyle değil; sinematografisi ve kurgusuyla ön plana çıkacağına inanıyordum. Biz de filmimizin kurgucusu Melih’le kendimizi takvime sıkıştırmadan, düşünmek için biraz alan tanıyarak hareket etmek istedik. Bu süreç yanılmıyorsam yaklaşık iki ay sürdü.
Buna ek olarak ekonomik sorunlar nedeniyle ses tasarımı, renk gibi süreçler de epey uzamak durumunda kaldı ve filmi Mayıs 2021’de ancak bitirebildik.
Kentin sokaklarında sabahtan akşama kadar amaçsızca gezen Tolga’nın iş görüşmesine giderken yolda gördüğü bavul sonrası yaşadıklarını izliyoruz. Filmin hikayesini nasıl yazmaya karar verdiniz?
Kaygı üzerine film çekmek kafamı kurcalayan bir konuyken, bir yandan da gelecek hakkında endişelerimin arttığı bir dönemdi. Öğrenci olduğum zamanlar iş bulma sürecimi hayal ettiğimde kendimi bir eylemsizlik içinde görüyordum. Filmde de bekleneni yapma konusunda sürekli bir erteleme hali üzerinden bunu aktarmak istedim.
Hikâyenin temelinde ise yeni bir eve taşınırken, bütün eşyalarımı bavulla oradan oraya götürmeye başlamam yatıyor. Bir noktada rutinim haline gelen bu taşınma işlemi sonlandığında “Neden kaygıyı bavula yüklemeyeyim?” diye sordum ve hikâye, yolda denk geldiği bavulla bir gününü geçiren Tolga’ya evrildi.
Filmin hikayesini destekleyen önemli faktörlerden biri de hiç kuşku yok ki başrolün performansı olur kısa filmlerde. Sıradan Bir Gün’de ise hikâye tamamen Meli Bendeli’nin üzerine yıkılmış durumda. Karakterin yazım süreci ve hikâye içinde konumlandırılması nasıl gerçekleşti?
Önceki sorularda da bahsettiğim gibi film çekmek benim için içe dönük bir iyileşme hali. Kendimi gelecekte hayal ettiğimde gördüğüm kaygı dolu eylemsizlik halini, filmde Tolga karakteri üzerinden yabancılaşma, yalnızlık ve iletişimsizlik gibi kavramlarla irdelemeye çalıştım.
Meli’nin iyi bir oyuncu olduğunu hep düşünüyordum fakat böyle bir karakteri nasıl canlandıracağı konusunda fikrim yoktu. Filmi yazarken Tolga’yı görsel olarak düşündüğüm zayıf, uzun saçlı vb. görünüşü, o dönem Meli’de birebir görünce doğru bir tercih olacağına iyice kanalize olmuştum. Nitekim set öncesi kendisiyle prova yapmadan sadece karakter üzerine konuştuk ve sete çıktığımızda bu özelliklere sadece ufak dokunuşlar yapmak yeterli oldu. Karşılıklı olarak birbirimizi iyi anladık ve güçlü bir iletişim kurduk.
Annesinin ayarladığı iş görüşmesine giden Tolga’nın yolda denk geldiği bavul, hikâyenin dinamiklerini de değiştiriyor. Bu noktada özellikle “bavul” seçmenizin bir nedenini fermuarla birbirine kenetlenen ve merak faktörünü yukarı taşıyan kapalı bir kutu olmasını söyleyebilir miyiz?
Hikayenin orijinalinden kopabilmek için bavulu değiştirmeyi çok düşündüm aslında. Yine de düşündükçe, herkesin bavula karşı yaklaşımının farklı olduğunu keşfettim. Bu, durumu daha da cazip kıldı. İnsanlar; sokakta gördüğü bir bavuldan korkabilir, tatile gitmeyi hayal edebilir veya özlem duygusuyla sarmalanabilir. Bavulun bilinmezliği, konuyu bir arzu nesnesi olmaya kadar götürebiliyor.
Bahsettiğiniz gibi merak faktörünü artırmasının yanı sıra birçok farklı düşünceye hizmet edebilme ihtimali heyecan verici göründü.
Bireyin çevresinden soyutlanarak giderek yalnızlaşması günümüz modern yaşamının da dikkat çeken olgularından biri. Yalnız kaldığınızı düşündüğünüz anlar oluyor mu? Oluyorsa nasıl başa çıkıyorsunuz?
İniş çıkışlı ruhsal yapısına engel olamayan, bunu dışarıya yansıtmamaya çalışırken kendini yalnızlaştıran bir tavrım var. Bununla ne kadar başa çıkabiliyorum, tartışılır. Öylece bekliyorum aslında bir şeylerin yoluna girmesini.
Filmin 4:3 çerçeve oranı seçmenizin nedeni ne oldu?
Estetik olarak güzel bulmamın yanı sıra karakterin dünyası gereği filme en iyi hizmet edecek tercihin bu olacağını düşündüm.
Özellikle son yıllarda insanların uzun süre bir şeylere odaklanıp izleme tahammülü daha düşük seviyelerde. Bu noktada kısa filmler de eskiye nazaran daha çok ilgi görüyor. Bu durum hakkında düşünceleriniz neler?
Kısa filmlerin ilgi görmesindeki tek sebep uzunluğu ile açıklanamaz bence. Kısa filmlere erişim, eskiye nazaran çok daha kolay. Bu ve daha birçok şey, artan ilginin sebebi olabilir.
İnsanlar otuz saniyelik videoya dahi katlanamaz halde olsa da doyurucu bir içerik gördüğünde buna zaman ayırabilmekte. Sığ, bayağı bir film ortaya çıktığında inanıyorum ki kısa da olsa ilgi görmeme ihtimali yüksek.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Filmleri; kısa, orta, uzun gibi bir ayrıştırmayı pek desteklemiyorum açıkçası. Bir filmin değerini uzunluğu belirlemez. Özellikle kendimi bu ayrıştırmadan uzak tutmaya çalışıyorum. Sevdiğim filmler sorulduğunda 20 dakikalık veya 234 dakikalık bambaşka uzunlukta iki filmi bir arada söyleyebiliyorum.
Genel düşüncenin de buraya kaydığına inanıyorum. “Uzun metraj yapacağım” vb. cümlelerle yola çıkmaktansa herkes kendini, yapacağı filmin akışına bıraksa ve filmler bizleri, içeriğin talep ettiği uzunluğa yönlendirse daha verimli bir noktaya varabiliriz.
Film yapmak, kariyer basamaklarını takip ettiğimiz mekanik süreçten çok daha farklı bir yapıya sahip. Bence “sıçrama tahtası” olarak yaklaşanların bir an önce bundan sıyrılıp, kendini ve ne yapmak istediğini sorgulaması gerek.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Sıradan Bir Gün’de hikâye temelli bir yapıyla atmosferik kurguyu grift halde sunmuş olsam da bundan sonraki isteğim hikâyeden olabildiğince kopup farklı anlatılarla alışılageldik izleyici deneyiminin dışına çıkmak. Hisleri tamamen sinematografik yolla aktarmaya niyetlendiğim bir çalışmanın hazırlık aşamasındayım.