James Marsh gibi ortalamanın üzerinde belgesel filmlere imza atan bir yönetmenin dümen başına geçtiği bir yapım elbette ki heyecanlanmak için yeterli sebep olarak tanımlanabilir. Üstelik bu yapım, sıra dışı hayatıyla bilim insanı hüviyetinin ötesinde bir tanınırlığa sahip İngiliz fizikçi Stephen Hawking hakkında ise, heyecan dalgası oluşmuş demektir. Bu büyük beklentinin karşılığını almak için koltuklara kurulup, “Herşeyin Teorisi” (The Theory of Everything) adlı yapımı izlemeye başladığımızda, Akademi Ödülleri’nin biyografi kotasını doldurmak için aday gösterilen ortalama bir filmin hayal kırıklığını yaşamak pek uzun sürmüyor ne yazık ki.
Hawking’in okul yaşantısındaki başarılı geçmişine tanıklık etme fırsatı dahi bulamadan, filmin geneline hakim olacak evlilik yaşantısının başrollerinde yer alan Jane ile tanışması, Hawking’in bilim insanı yönünün en başından es geçilmesine yol açıyor. Hollywood kalıplarına daha ilk andan mahkum edilen filmin en büyük talihsizliği bu es geçilme olmuş diyebiliriz. Zira, bir biyografi veya Hawking temalı bir filmin ayırt edici olması gereken karakteristikleri hemen asgariye indiriliyor. Yaratıcı güce inanmayan Hawking ile dindar Jane arasındaki bu temel hayat farklılığına dair söyleyecek iki kelamı dahi bulunmuyor filmin. Halbuki böylesine derin görüş farklılığı olan iki insanın uzlaşma ve bu konudaki fikir tartışmalarına dair bir nebze olsun yer verilmesi gerekir diye düşünürken, bir anda aşk rüzgarlarının esmeye başlaması, beklentileri boşa çıkarıp sıradan bir romantik film atmosferine girmemizi sağlıyor. Kara delikler ve evrenin başlangıcına dair düşüncelerine (bir sinema dili eşliğinde) daha yakından tanıklık etmek isterdik.
ALS hastalığına yakalandıktan sonra kendisine birkaç yıl ömür biçen doktorlara inat, Jane ile uzun yıllar mutlu mesut bir yaşantı sürdürüyor olması filmin ana eksenine oturmuş. Fakat Jane’in kitabından uyarlanmış olması sebebiyle kendisine fazlaca torpil geçilmiş. Hawking ne ise, Jane de neredeyse aynı mertebeye yükseltilmiş. Hawking’e uzun yıllar bir eş olarak sadakatle bağlı kalışı sebebiyle es geçilebilecek olan bu durum, Hawking’i bıraktığı anlarda yeniden hortlamaya meyilli.
Oyunculukları ise filmden bağımsız olarak değerlendirmek gerek. Eddie Redmayne, Hawking rolüne cuk diye oturmuş. Fiziki benzerliğinin yanı sıra, umudu hayatın her safhasında ayakta tutmayı başaran etkili performansıyla filmin önüne dahi geçmiş dersek, sanıyorum ölçüyü aşan bir yorum yapmış olmayız. 87. Akademi Ödülleri’nde En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını aldığını, altını kalın bir şekilde çizerek not etmekte fayda var. Jane rolünü üstlenen Felicity Jones ise fedakar fakat bir o kadar da hayat bağlarını sıkı tutmaya çalışan eş rolünün üstesinden başarıyla gelerek filmin sakin gücü haline gelmeyi başarmış. En olumsuz durum, yönetmen Marsh için olsa gerek. Sıra dışı portföyüne sıradan sayılabilecek bir yapım eklemiş olması sebebiyle gelebilecek tüm eleştirileri belli bir süre göğüslemesi lazım.
Bir biyografiden ziyade, Hawking’in aile yaşantısından kesitlerin verildiği Herşeyin Teorisi’ni izlememek olmaz. Bilim tarihine mal olmuş bir ismin, kıyısından köşesinden yakalanmış olsa dahi hayatının kısıtlı gerçekliğine tanıklık etme fırsatı ne de olsa.