İdealler uğruna hem kısıtlı bir ömürden feragat etmek hem de o ideali temsile layık bir tavır sergilemek kulaklarda albenisi yüksek bir tonla çınlasa da fiili durumda oldukça ağır bir duruş. Hayatın merkezine konulan ideal bazen bir fikir bazen başka hayatlar bazen de yüzyıllardır süregelen bir gelenektir. Murat Pay yönetimindeki “Dilsiz” adlı film, hat sanatına adanan yaşamlardan parça parça kesitler sunuyor. Ressam olan Sami, vefat eden babaannesinin kendisine bıraktığı kutunun içinden çıkanların peşine düşer. Kutudan çıkan pek çok eşya maddi bir mirastan öte, çocukluğunun unutulan anıları ile birlikte bugünkü yolculuğunu gelecekte bambaşka bir mecraya taşıyacak izler için de yol gösterici olur.
Sami’nin kendi halinde akıp giden yaşantısını anlamlandırmaya başlayan en temel iki bileşen aşk ve hedef. Mesleği olan ressamlığı salt geçimi için bir araç olarak görme eğiliminde olması, bir esaret çatısı altında anbean yaratıcılığını sekteye uğratıyor. Aynı zamanda hayatının istikametsizce oradan oraya sürüklenmesi de cabası. Babaannesinden kalan mirasın peşinden koşmaya başladıktan sonra yaşantısına dahil olan insanların her biri, hayatındaki eksikliklere ilişkin farkındalığı uyandırmaya başlıyor. Mirasın en önemli bileşenlerinden olan bir hat eseri Sami’yi, erkek kardeşi Tahir ile birlikte yaşayan hattat Eşref ile karşılaştırıyor. Heveslilerle uğraşmaktan yorgun düşen Eşref, geleneği sürdürecek gerçek bir talipli bulamamanın acısını yaşarken Sami’nin varlığı ile birlikte umut ışığı yanmaya başlıyor. Sami, duvarlarını boyadığı kütüphanenin yöneticisi olan Selma’yı tanıması ile birlikte Selma’nın sevme ve sevilme özlemini harekete geçiriyor. Aslında gerek Eşref gerekse de Selma da kıpırdanan bu duygular, Sami’nin yeni hayatının ağırlık merkezinde kesişeceklerdir.
Filmin idealist duruşu ile modern zamanların kabulleri arasındaki uzlaşı alanlarının üzeri kısmen kapalı kalıyor. Başta geçim kaygısı olmak üzere, endişeden endişeye seyahat eden insanların, finalde zirveye ulaşan idealizm dürtüsünü tüm ruhunda hissedebilmesi için feda edebilecekleri konusunda kendi dinamikleri ile hareket edecek olması oldukça doğal. Sami’nin bir sanat yoluyla hayatına katmaya çalıştığı anlamlar, günlük telaşelerle birlikte bilinçaltına ittiği fakat en belirsiz çatlaktan dahi olsa görünene taşmayı içtenlikle arzu eden estetik özleminin ciddi bir yansıması da denilebilir. Mecazi aşkın evrelerinde birer suret olarak zihninde beliren bu estetik kaygısı, ilerleyen zaman içerisinde suretten de sıyrılıp gönül dünyasının merkezine yerleşecektir. Hissettiği acılar ise olgunluğa doğru evrilen yaşantısının kaçınılmaz değişim sancıları olacak.
Filmin başrolleri üzerinlerine düşen vazifeyi layıkıyla yerine getiriyorlar. Özellikle Vildan Atasever’in hüzünlü oyunculuğu, hayatındaki gizem perdesinin varlığını izleyiciye kesintisiz bir şekilde aksettiriyor. Sanat yönetimi konusunda geleneği besleyecek ambianslar layıkıyla vücuda getirilmiş. Kimi zaman filmden bağımsız bir hal alabilen kadrajlar, yer yer bir kartpostal havası da katıyor. Görüntü yönetiminde Andreas Sinanos’un mahareti övgüye değer. Bununla birlikte, her ne kadar usta ellerin imzası olsa da, müziğin yer yer doz aşımına uğradığı gözlemleniyor. Geleneğin peşinden koşan bir filmin, evrensel bir mesajla yoğurulmuş olsa dahi, bazı can alıcı kesitlerinde müzikle uyumsuzluk gösterdiği gözlemlenebiliyor. Sinema ve müzik ilişkisinin kronik çatışmalarından bir yansıma da denilebilir bu durum için. Türk santur sanatçıcı Sedat Anar’ın sanatıyla yer yer belirdiği anlar filme keyif katıyor.
Kendi halinde akıp giden hayatların anlam arayışlarını yansıtan Dilsiz, gelenekten geleceğe uzanan köprünün, köprüden önceki son çıkışında duruyor. Yönünü tayin edecek olanların bir tercih yapmak durumunda kaldıkları o noktada.