Söz Kısa Filmcilerde röportaj serimde yılın ortasına geldiğimiz bugünlerde 2021 yılında festivallerde izlediğimiz veya adını duyduğumuz filmlere geçiyoruz artık. Bu hafta da o kısa filmlerden birinin yönetmeniyle söyleştim. Üzerine konuşacağımız kısa film, hırslı bir kickboks dövüşçüsü olan Cemile’nin, duygularından ziyade kendisine güvendiği bir maça hazırlanma sürecine odaklanan Cemile olacak.
Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isim, Cemile filminin yönetmen ve senaristi Belkıs Bayrak.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Belkıs Bayrak?
2019 yılında İstanbul Bilgi üniversitesi Sinema ve TV Yüksek Lisans programından mezun oldum. İlk kısa filmim Apartman’ı (2018) yılında tamamladıktan sonra, 2021 yılında Cemile isimli kısa filmimi tamamladım. Şu anda ilk uzun metrajlı film projem üzerinde çalışırken, bağımsız film projelerinde senaryo danışmanı, ortak yazar olarak görev almaktayım.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Hikâyenin oluşması, yazım ve çekim süreciyle birlikte iki senede tamamladık.
Sizi filmin hikayesini yazmaya iten ne oldu? Cemile’nin hikayesi neden film oldu?
Başarı, mükemmeliyetçilik kavramlarının üzerimizde bir yük olduğunu ebeveyn olunca daha net gözlemliyorsunuz. “Görünmeyen zayıflıklarımızı bu kavramlarla kapatıyor olabilir miyiz?” sorusu, hikâyenin çıkmasına neden olan temel sorum idi.
Filminiz her ne kadar dramatik bir yapıya sahip olsa da tür olarak bir spor filmi şeklinde de niteleyebiliriz. Filmin senaryo yazım aşamasında kickboksa dair nasıl gözlemlerde bulundunuz? Atmosferi doğru yansıtabilmek adına bilgisinden faydalandığınız kimse oldu mu?
Birden fazla kickboks kursuna gidip gözlem yaptık, video çekimleri yaptık. Bu dünyanın gerçekçi kurulması için böyle bir mesai kaçınılmazdı. Bu konuda birçok antrenörle görüştük, sporcularla tanıştık.
Kuvvet, dayanıklılık ve sertlik faktörleri göz önüne alındığında kickboks her ne kadar erkek sporu olarak görülse de filmde gördüğümüz şekliyle kadınlar da bu spora karşı bir hayli ilgili. Filminizi önyargıları yıkması için de çektiğinizi söylemek ne kadar doğru olur?
Çocukken sınıftaki akran zorbalığıyla mücadele etmem için ailem tarafından karate kursuna gönderilmiştim. Kadınlar bu sporlarla profesyonel olarak ilgilenmekle birlikte, gündelik hayatta kendilerini güvende hissetmek için maalesef savunma sanatı olarak da öğreniyorlar. Her mahallede bu kurslara, bu kurslara giden kadınlara denk gelebilirsiniz.
Oldukça hırslı, iddialı ve kendine güvenen bir karakter olan Cemile, filmde her ne kadar başrol olsa da çok fazla konuştuğunu görmüyoruz. Karakteriniz bu yaklaşımınız bilinçli bir tercih miydi?
Konuşkan insanlara suskun insanlardan daha fazla değer atfedilmesini temelde hep eleştiriyorum. İnsanın görünür olmayan, keşfedildikçe ortaya çıkan derinliği her zaman dikkatimi çekmiştir.
Günlük hayatta çok fazla denk gelsek de Cemile’nin, sinemamızda özgün bir karakter olduğunu düşünüyorum. Cemile gibi bir karakterin yaşadığı duyguların fark edilebilir olmasını çok istiyordum. Çünkü konuşmak başka şey, duygular ve insanın derinliği bambaşka şeyler.
Duygularından ziyade kendine güvenen bir tavırla maça hazırlanan Cemile’nin müsabaka öncesinde aldığı teklif ve bundan etkilenme biçimini doğrudan göstermeseniz de maç içindeki yediği darbelerle sembolik bir şekilde anlatıyorsunuz. Film boyunca farklı duyguları bir arada yaşayan bir karakterin oyuncu yönetimi sizin için ne kadar kolay oldu?
Cemile karakterini oynayan Ece Çakır dünya çapında başarılı bir sporcu. Onun bir oyundan ziyade bir maça inanmasını sağlamalıydım. Çalışmalarımıza bu şekilde devam ettik. Maç sahnesi için çekim gününde oyuncularla bir prova, ya da tekrar eden çekimler yapmadık. Filmin görüntü yönetmeni Kürşat Üresin ve ben niyetimizi biliyorduk. Kürşat ringe girdi ve maçı niyetimize uygun şekilde çekti. Sonra bu görüntüleri kurguda yeniden çalıştık. Gerçeklikten başlayan bir hikâyeyi adım adım kurgusal hale getirdik diyebiliriz.
Kendi hemcinsinin hikayesini anlatan bir yönetmen olarak filme ve hikayeye olan yaklaşımınızda duygularınızı dizginleyebildiniz mi?
Her yönetmenin her projede kendi dünyasıyla kurduğu bir bağ ve bundan kaynaklanan zorlukları vardır. Ben bu kısımda güven içinde ilerlemek için bireysel bir üretim sürecini tercih etmedim. Projemde bana çok güzel fikirler veren danışmanlarım vardı. Onların söylediklerine açık olabilmek, hikâyeyi esnetebilmek tabii ki bazen zorladı. Ancak bu duygusal zorlanmaların, kendimi de ikna ederek aldığım bu kararların, insanı geliştiren bir pozitif bir aşama olduğunu düşünüyorum. Günümüzde oldukça revaçta olan, dilimize duygusal mukavemet ya da dayanıklılık olarak çevrilen resilience kavramı tam da bu aşamada devreye giriyor. Cemile, benim duygusal mukavemetimi sağlamlaştırdı.
Özellikle son yıllarda insanların uzun süre bir şeylere odaklanıp izleme tahammülü daha düşük seviyelerde. Bu noktada kısa filmler de eskiye nazaran daha çok ilgi görüyor. Bu durum hakkında düşünceleriniz neler?
Üzücü. Dünyanın tahammülünün azaldığına şahit olurken kısa film adına bir avantaj görmek hiç adil olmaz. Sinema bir bütün, metrajlar değişebilir. Buradaki ufacık bir denge kaybı hepimizi etkiler.
Pandemi sürecinde sinema sanatı da değişime açık bir konuma geldi diyebiliriz. Mevcut koşullarda uzun metrajlı film çekmek çok zorlu bir süreç olduğu için yönetmenler kısa film çekmeye biraz daha odaklanabilir ve önümüzdeki birkaç yıl içinde bunun sonuçlarını daha net görebiliriz. Bu konu hakkında neler düşünüyorsunuz?
Aslında savaşlar, salgınlar, kıtlıklar her zaman vardı. İnsanlar bu süreçlerde hayatta kaldıklarına kendilerini ikna etmek için sanata daha çok sarıldılar. Tarih bunun sayısız örneği ile dolu. Sanatın üretim koşullarındaki limitleri üretimi artırır, azaltmaz. İçinde bulunduğumuz yeni dünya düzeni bize daha pratik film yapma metotlarını öğretebilir.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Ben bunun tamamen hikâyeye bağlı olduğunu düşünüyorum. Yani ben bir kısa film çekeyim gibi bir niyetle yola koyulmuyorum. Ben kısa metrajımı ve uzun metrajımı aynı anda geliştirdim. İki filmin ihtiyaçları farklıydı, yolculukları da farklı olacak. Burada asıl kararın hikâyeyi anlatıp anlatmak istediğimizle ilgili olduğunu düşünüyorum.
Kariyerinizin bundan sonraki adımında başka kısa film projeleri de mevcut mu?
Yakın zamanda mevcut değil ama zaman ne gösterir bilemeyiz.