Zeki Demirkubuz’un Kıskanmak filminden nasıl etkilendiysem, Yeraltı filmine de bir o kadar uzak kalmıştım. Pek çok sinema eleştirmeninin olumsuz yorumlar yaptığı Kıskanmak, Seniha’nın kuru bir intikam hikâyesi değildi. Öz kardeşi tarafından dışlanan ve sığıntı konumuna düşürülen bir kadının hem kendisine hem de ailesine eziyet çektiren yaşamını anlatıyordu. Yeraltı ise Muharrem ile birlikte Zeki Demirkubuz sinemasının da içe kapanma emarelerini veriyordu ve can sıkıcıydı. Bulantı’da da bu yöndeki eğilimleri görünce kendi kabuğuna çekilen bir Zeki Demirkubuz sinemasının yerini sağlamlaştırma ihtimali, izleyicisi adına kaygı verici bir durum.
Eşini ve çocuğunu kaybeden Ahmet’in soğuk yaşamından kesitler sunulan Bulantı’da her boşluk kısa sürede doluyor. Kişiler, Ahmet için bir önem taşımıyor. Girdiği her ilişki, olaylı bir şekilde nihayete ermiş olsa da Ahmet’in yaşamında hiçbir şey değişmiyor.
“Oyunculara iyi olduklarını gösterecekleri senaryoyu verebilen tek adam benim” cümlesini duyduktan sonra Zeki Demirkubuz’un Bulantı filminin başrolü olarak en büyük haksızlığı kendisine yaptığını görmezden gelmek mümkün değil. Kendi yaşamına en yakın hissettiği filminde her köşe başını tutma gayreti bir nebzeye kadar anlaşılabilir. Ama “kibir” duygusunu, filmin içinde olsun dışında olsun, etki alanı içerisindeki her noktaya yedirme hamleleri olmaktan öteye geçemiyor tüm bu bileşenler. Ahmet karakterinin acımasız yaşamı aslında statik bir çizgide ilerliyor ve izleyicinin ilgisini çekmekten bir hayli uzaklaşıyor. Başka kadınların yaşamında yer alıyor olsa da o aynı kayıtsızlık, istikrarını bozmamak konusunda sonuna kadar direniyor. Haliyle, bu hissizliğin finalde tam tersi yönde patlayışının da bir karşılığı olmuyor. Kadınlara acı çektirmekten haz alan kişiliğinin, başka bir kadının ayaklarının dibinde ezilişi de fayda vermiyor. Halbuki Ahmet’in bu durumu mutlak kötülükle açıklanamaz. Dışa bakan yüzü son derece kibar, hal hatır soran, iyiliksever bir hüviyete sahip. Fakat filmin odağına giremeyen unsurlar bunlar.
Zeki Demirkubuz filmi özelliğini taşıyan pek çok unsur Bulantı’da da yine kendine yer buluyor. Bu filmde ise başlıca unsurlar olarak yönetmenin diğer filmleri kullanılmış diyebiliriz. Sinemada kendine hatırı sayılır bir yer eden yönetmenin bu tercihi elbet garip karşılanamaz. Fakat bunu yaparken, bir kısır döngü içerisinde yer alan karakterin sayfalar içinde kabul edilebilecek donukluğunun, beyazperde de nasıl da eğreti olacağı hesap edilememiş.
Filmde herkese kendine göre anlamlı bir konumlandırma yapılabilmişken, Ercan Kesal’ın canlandırdığı doktor karakterini tanımlamak zor. Bir psikoloji uzmanı olmamasına rağmen, çekilen MR sonrası dilinden dökülmeye başlayan cümleler, ortamın havasına oldukça yabancı kalıyor.
Demirkubuz’un iki büyük tutkusu, Dostoyevski ve Beşiktaş, filmde kendine sıklıkla yer buluyor. Fakat Nuri Bilge Ceylan ile kıyaslamalardan herhalde bunalmayanlar yoktur artık. Her filmde iki yönetmenin de birbirine göndermeler yaptığını magazinel bir şekilde afişe etmekten haz duydukça, sinemadaki irtifa kaybına katkı sunmaktan ve bir rekabeti olumsuz yönde körüklemekten başka bir işe yaramıyor yapılanlar.
İstanbul’un varoşlarında yaşayan kendi ailesinden bir kaçış mıdır bilinmez ama Ahmet’in dışarıya karşı yalıtmak istediği hayatının sosyalleşme zorunluluğu karşısındaki direnci, umarım Zeki Demirkubuz sinemasının bundan sonraki ürünlerine de yansımaz.