34. İstanbul Film Festivali’nin Akbank Galaları bölümü her yıl olduğu gibi bu yıl da seyirciyi meraktan uykusuz bırakabilecek filmlerin gösterimini yaparak gönülleri fethetmeye hazırlanıyor.
İstanbul Film Festivali birbirinden farklı birçok tematik bölümü festival programına yerleştirerek seyirciye oldukça zengin bir içerik sunar. Festivalin sıkı takipçilerinin gözdesi olan bölümler dahi mevcuttur, hatta tüm festival programını Antidepresan veya Dünya Festivallerinden bölümlerine göre ayarlayan sinefiller uzun uzun çalışırlar festival çizelgesi üzerinde. Festival çizelgesinde film ve seans ayarlamaları yapmak, aynı seansta çakışan filmler arasında ter döktüren tercih yapmak ve salonlar arasında gidiş-gelişi olabilecek minimum zamana çekebilmek ciddi bir beyin jimnastiğini gerekli kalır kimi zaman. İşte, filmler arasında koşturmayla geçirilen bir günün sonunda Akbank Galaları’nda gösterilen görkemli, iddialı, büyük beklentiler uyandıran filmler hem güzel bir final hem de büyüleyici ve dinlendirici bir seyir potansiyeli taşır. Festival yönetiminin bu yılki program için açıkladığı filmlere baktığımızda festivalin başlaması için gün saymak için gayet haklı sebeplerimizin olduğunu söyleyebiliriz.
Artık ustalığı tartışmasız olan Paul Thomas Anderson’un son filmi Inherent Vice kesinlikle festivalin en merak uyandıran yapımlarından. En İyi Uyarlama Senaryo ve En İyi Kostüm dallarında Oscar’a aday olan filmin oyuncu kadrosunda Joaquin Phoenix, Josh Brolin, Owen Wilson, Katherine Waterston, Reese Witherspoon ve Benicio del Toro gibi önemli oyuncular yer alıyor. Filmin yurt dışı eleştirilerindeki birbirinden çok farklı değerlendirmeler filmin gizemini bir kat daha arttırıyor. Ama her şeyi bir kenara bıraktığımızda dahi değeri bir türlü bilinmemiş bir oyuncu olan Joaquin Phoenix’in filmin fragmanındaki çılgın, delişmen, ruh halinden ruh haline atladığını hissettiren izlenimi bile Inherent Vice’ın en çekici yanı olabilir.
KNIGHT OF CUPS
Sinema aleminin en kendine has yönetmenlerinden Terrence Malick, Tree of Life filmi sonrası sinemasında ayrıksı bir dönemin de başlangıcını yapmıştı. Filmin Altın Palmiye aldığı Cannes Film Festivali’nde aldığı onlarca övgünün yanında hatırı sayılır miktarda ıslıklı protestolar filmin her bünyeye göre olmadığını gösteriyordu bir bakıma. Ardından gelen To the Wonder şöhretli oyuncu kadrosunun yanında yönetmenin sinema dilini çok daha rafine ve deneysel bir yöne kaydırdığı bir film olarak daha da az seyircinin beğenisini kazanabilmişti. Bu halkanın son ayağı olan Knight of Cups ise Christian Bale,Natalie Portman, Cate Blanchett, Antonio Banderas, Freida Pinto ve Imogen Poots gibi çok önemli oyuncuları bir araya getirirken varoluşçu sinema dilinin peşi sıra bir yolculuğa davet ediyor seyirciyi. Berlin Film Festivali yarışmalı bölümündeki ilk gösteriminin ardından yapılan eleştirilen çoğunda Malick’in sinema dilinin daha uç bir noktaya gittiği yorumları ağırlıktaydı. Bu da demek oluyor ki film yine çok sevenler-sevmeyenler olarak iki kutba ayırabilir seyirciyi.
TAXI
Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı’yı kazanan Taxi filmi, sinema yapmak için yılmaksızın mücadele eden Jafar Panahi’nin son filmi. Taxi, yönetmenin tutukluluğu süresince çektiği diğer filmler gibi gizli bir şekilde çekimleri yapılmış bir yapım. Taxi hem mekan tercihi hem de içerik bakımından Abbas Kiarostami’nin 10 filmiyle yakın akraba gibi duruyor. Türk basınında çıkan bazı eleştirilerde Panahi’nin ödülü kazanmasında en klişe tabirle mağdur edebiyatı yapmasının büyük payı olduğu, artık bu mağduriyet pazarlamasının gerçekçi olmadığı yönünde yorumlar yer almıştı. Filmi Berlin’de izleyen seyirci ve eleştirmenlerin birleştiği orak nokta ise Taxi’nin gerçekten iyi bir film olduğuydu.
THE NEW GIRLFRIEND
Günümüz Fransız sinemasının en önemli yönetmeni konumundaki François Ozon’un son filmi The New Girlfriend, başarılı oyuncu Romain Duris’in baş rolde olduğu bir yapım. San Sebastian Film Festivali’nden en iyi film ödülüyle ayrılan filmin, Ozon’un sinemasının toplumsal ahlak normlarını sorguladığı mizahi ve eleştirel bakışını yansıttığı söyleniyor. Sinema dünyasının üretkenliği doğrultusunda başarısını da sürdürebilen nadir yönetmenlerinden birisi olan Ozon’un filmi bakalım bu renkli olduğu kadar yaratıcı filmografinin neresinde duracak?
WHILE WE’RE YOUNG
Amerikan Bağımsız Sinemasının “ilişkiler uzmanı” diye nitelendirebileceğimiz, kendisine sinema dünyasında çok ayrıcalıklı ve naif bir yer edinen yönetmeni Noah Baumbach’ın filmi yine orta yaş insanının ilişkilerine kamerasını yöneltiyor. Naomi Watts, Ben Stiller ve Amanda Seyfriend gibi isimlerin yer aldığı yapım, muhteşem Frances Ha sonrasında beklentilerin iyiden iyiye yükseldiği bir film. Orta yaş krizini ve yaşlı-genç çatışmasını merkezine yerleştiren film yine usul usul akan bir Noah Baumbach evreni vaat ediyor. Ayrıca yönetmenin Ben Stiller ile Greenberg sonrası ikinci çalışması. Kendi adıma en merak etiğim konuların başında ise Naomi Watts ve Ben Stiller’ın beraber nasıl bir frekans yakalayabildikleri geliyor.
A MOST VIOLENT YEAR
Amerikan sinemasının yükselişteki yönetmeni J.C. Chandor’un son filmi A Most Violent Year 80’li yıllarda geçen bir gerilim. Göçmen bir ailenin yaşamını odağına alan film, suç ve Amerikan rüyası gibi birbiriyle sıkı sıkıya bağlı iki olgu üzerinden gerilimini sosyopolitik taşlamaların da eksik olmadığı bir yapıya aktarabiliyor. Özellikle gerilimini hikayesine başarılı bir şekilde enjekte ettiği belirtilen filmin görüntü yönetimi sıkı sık övgülere mazhar oluyor. Ayrıca son dönemin yükselişteki oyuncularından Oscar Isaac, Jessica Chastain ve David Oyelowo’nun performaslarının Oscar yarışında ıskalandığı yorumları da yapılmıyor değil.
SAINT LAURENT
Son dönemlerde moda dünyasının önemli isimlerinin biyografi hikayelerine sinema dünyası özel bir ilgiyle yaklaşıyor. Bu akımın son filmlerinden birisi de Bertrand Bonello’nu yönettiği Saint Laurent. Ünlü moda tasarımcısı ve kendinden sonra gelen modacıların ilham kaynaklarından birisi olan Yves Sain Laurent’in hikayesini perdeye taşıyan yapım özellikle kostüm tasarımı ve görsel yetkinliğiyle adından söz ettirdi. Çalkantılı bir yaşamı olan Laurent’in merak uyandıran hayatının önemli köşe taşı olaylarının beyazperdeye nasıl yansıtıldığını hayal etmek dahi yeterince ilham verici.
45 YEARS
İlk filmi Weekend ile etrafında önemli bir hayran kitlesi toplayan yönetmen Andrew Haigh eşcinsel sinema adına çok özenli ve incelikli bir filme imza atıyordu. Modern kent hayatına, ilişkilere, toplusal önyargılara ciddi ve olgun bir bakış getirirken, soğukkanlı sinema dili takdire şayandı. Yönetmenin son filmi 45 Years ise iki usta oyuncuyu, Charlotte Rampling ve Tom Courtenay’i aynı filmde buluştururken Berlin Film Festivali’nde en fazla övülen filmlerden birisi olmayı başarıyordu. Aynı zamanda iki oyuncusu da Gümüş Ayı ile ödüllendiriliyordu. Haigh’in ilk filminin aksine yaşlı bir çift üzerinden şekillendirdiği son filmi kesinlikle bölümün en merak uyandıran yapımlarından.
TRASH
Sinema tarihine Billy Elliot, The Hours gibi çok özel filmler armağan etmiş Stephen Daldry bu sefer kamerasını Brezilya varoşlarına yöneltiyor. İki arkadaşın çöplükte buldukları paranın ardından başlarına geleni anlatan filmde, macera, filmin temposunu her daim yükseltirken, ülkenin olmazsa olmaz sorunları olan köhnemiş bir adalet ve asayiş sistem eleştirisi de sert bir dille hikayeye yedirilmiş. Seyirciler tarafından City of God/Tanrıkent havasının da estiği bir film olarak nitelenen film, içerdiği fantastik unsurlarla ilginç bir seyirlik olarak değerlendirilebilir.
THE HOMESMAN
Tommy Lee Jones’un ilk yönetmenlik denemesi olan The Three Burials of Melquiades Estrada’nın ardından yine western miti üzerinden hikayesini anlatmaya çalıştığı filmi The Homesman, Glendon Swarthout’un aynı isimli romanından uyarlanmış. Kadrosunda Jones dışında iki Oscarlı Hilary Swank’inde bulunduğu filmde Jones ve Swank’in iyi bir ikili oluşturdukları söyleniyor. Ayrıca Jones’un ilk filmindeki ağır ama derinden akan hikaye anlatım tarzını bu filmde de sürdürmesi, ilk filmin etkileyici dünyası düşünüldüğünde filmi daha cazip hale getiriyor.
WORDS WITH GODS
Guillermo Arriaga, Emir Kusturica, Amos Gitai, Mira Nair, Warwick Thornton, Hector Babenco, Bahman Ghobadi, Hideo Nakata, Álex de la Iglesia gibi her biri farklı akımları temsil etseler de dünya sinemasında önemli yerlere sahip 9 yönetmenin inanç ve inançsızlık üzerine bir film çekmeleri fikri dahi heyecan verici. İslam’dan Budizm’e, Ateizm’den Hinduizm’e kadar uzanan bir yelpazede her yönetmen kendi kültürüne yakın duran inanç sistemi üzerinden bir hikâye anlatıyor. Filmin tanıtımlarında gördüğümüz Emir Kusturica’nın takkeli, sakallı hali bile merakı iyiden iyiye arttıran bir unsur. Bahman Ghobadi’nin yönettiği bölümde Yılmaz Erdoğan’ın da rol aldığı bilgisini verelim. Ayrıca Ghobadi’nin festivalin bu yıl ki konukları arasında yer aldığını da.
13 MINUTES
Hitler’in son günlerini anlatan Downfall / Çöküş filmiyle büyük bir sükse yapan Alman yönetmen Oliver Hirschbiegel’in bu yıl festivale konuk olan filmi 13 Minutes. Nazi Almanya’sında yaşanmış gerçek bir olaydan yola çıkan 13 Minutes, Hitler’e suikast girişiminde bulunan direnişçi Georg Elser’in portresini beyaz perdeye taşıyor. 13 dakikası daha olsa suikast girişimi başarıya ulaşıp dünyanın kaderini değiştirebilecek George Elser’in hikâyesine odaklanan film, Elser’in doğduğu kasabaya Nasyonal Sosyalizm’in geldiği yıllardan savaşta son günlerini geçirdiği ve öldürüldüğü Dachau Toplama Kampı’ndaki yıllarına uzanan bir yaşamı anlatıyor.
PRIDE
Altın Küre’de yarışan Pride / Onur, baskılara karşı dayanışma içerisinde göğüs geren madencilerin ve onlara destek veren bir grup gey ve lezbiyenin hikâyesini anlatıyor. İngiliz yönetmen Matthew Warchus’un bu ikinci filmi Cannes Film Festivali’nde Kuir Palmiye ödülünü kazandı. Senaristi Stephen Beresford ve yapımcısı David Livingstone’a Britanya Yapımı En İyi İlk Film BAFTA ödülü kazandıran bu dayanışma öyküsü, yılın en renkli yapımlarından. Filme ilham veren LGBT aktivistleri Gethin Roberts, Nicola Field ve Mike Jackson festivalde konuk olarak yer alacaklar..