Kuzey Afrikalı mültecilerin kaçak bir gemiyle İtalya’nın Lampedusa adasına sığınmalarını konu eden Altın Ayı ödüllü belgesel ‘Denizdeki Ateş’, o gece denizde yaşanan can pazarını gözler önüne seriyor. Belgesel, alt metninde de Avrupa’nın meseleye bakışını eleştiriyor.
Dört filmin vizyona girdiği bu haftanın dikkat çeken yapımlarından Denizdeki Ateş (Fuocoammare – Fire at Sea), son yılların en trajik gündem maddelerinden mülteci sorununa farklı pencereden bakmaya çalışıyor. Berlin’den Altın Ayı ödülü ile dönen Gianfranco Rosi imzalı belgesel, Kuzey Afrikalı mültecilerin Avrupa’ya giriş noktası olan, İtalyan adası Lampedusa’da yaşanan mülteci dramının izini sürüyor.
AVRUPALILAR KAYITSIZ
İki ayrı hikâyenin paralel biçimde aktığı belgesel, bir yandan adada sakin hayat süren 12 yaşındaki Samuele ve birkaç ada sakininin yaşamına odaklanan, diğer yanda da yüzlerce mültecinin adeta istif edildikleri gemiyle adaya yanaşması ve burada yaşanan can pazarını dramatik görüntülerle beyazperdeye taşıyor. Adadakilerin yaşanan mülteci sorununa olan ilgisizliğini eleştiren film, yaşanan trajedinin boyutlarını görüntülerin yanı sıra ada sakini bir doktorun çarpıcı cümleleriyle de dile getiriyor.
Genel planda oldukça sakin bir seyirde ilerleyen Denizdeki Ateş, teknik olarak iddialı bir dil yerine, meselesini son derece durağan bir anlatımla aktarmayı tercih ediyor. Paralel kurguyla ilerleyen belgesel, özellikle Samuele’in hikâyesine odaklandığı ilk yarıda tempoyu hayli düşürerek seyirciyi sıkıyor. Yer yer adadaki ayrıntılarda kaybolan belgesel, sarsıcı olmakla birlikte TV görüntülerinden alışık olduğumuz dramatik görüntülerden çok farklı bir içerik de sunmuyor.
ASIL MESELE ‘SONRA’ BAŞLIYOR
Son yılların en trajik gündem maddelerinden olan mülteci sorunu, başta Türkiye olmak üzere pek çok ülkenin başını ağrıtıyor. Zira belgeselde de vurgulandığı gibi, iltica etmek sorunu çözmüyor aksine asıl büyük sorunlar ilticanın ardından baş gösteriyor. Kendi ülkelerinde yaşadıkları sorunlar veya daha iyi bir gelecek umuduyla başka bir ülkede hayatlarını sürdürmek amacıyla göç eden mülteciler, ciddi ekonomik sorunlarla karşı karşıya kalıyor. Hayatlarını sürdürebilmeleri için barınma, gıda ve kişisel ihtiyaçlarının karşılanması gereken mülteciler sığındıkları ülkelerde ilkin bu tür sıkıntıları göğüslemek zorunda kalıyor. Sığınmacılar için diğer bir önemli sorun ise entegrasyon süreci. Geldikleri ülkenin toplumsal yapısı ile yeni toplumun değerleri çoğunlukla birbiriyle uyuşmaz ve bu uyuşmazlık mültecileri sosyo-psikolojik açıdan yığınla sorunla baş başa bırakır. Üçüncü bir başlık ise politik bağlamda yaşanan sorunlar. Ülkeler arası çıkarların şekil verdiği politik hamleler mültecilerin kendi ülkeleriyle sığınmacı olarak gittikleri ülke arasındaki ilişkilerden olumlu/olumsuz etkileniyor. Kuşkusuz bu da beraberinde ciddi sonuçlar getiriyor.
SİNEMA DUYARLILIĞI ARTTIRABİLİR
Mültecilerin yaşadığı dramlar, bugüne kadar pek çok yönetmen tarafından beyazperdeye taşındı. Gerek ekonomik, gerek sosyolojik ve gerekse politik yönleriyle iltica sorunu farklı hikayelerle tartışıldı, muhtelif sinemasal yorumlar getirildi. Eksikler vardır mutlaka ancak sinemanın mültecilerin sorunları noktasında kayda değer bir mesafe katettiği kesin. Hayatın aynası olarak tanımlanan sinemanın bu alanda yaşanan insanlık dramlarını daha yoğun, kapsamlı ve hatta çarpıcı bir biçimde ele alması, bu konudaki duyarlılıkların artması noktasında ciddi katkılar sağlayacaktır. (Suat Köçer/Yeni Şafak)