Biyografik bir yapım olan El Clan (Çete), bu sene 35.’si düzenlenen İstanbul Film Festivali kapsamında gösterildi. Film, Arjantin’de yıkılan cuntadan sonra gelen demokratik düzene alışamayan bir istihbaratçının çevresinde gelişen olayları konu ediniyor. Kendi imkânları ile rejimi düzelteceğini sanan Arquimedes Puccio (Guillermo Francella), fidye için rastgele adam kaçırmaya başlıyor. Bu işe ailesini de karıştıran adam için işler sürekli planladığı gibi gitmiyor.
Her ne kadar gerçek bir olaydan alıntı olsa da film, karakterler üzerinden belli metaforlar üretmeyi ihmal etmiyor. Fakat bunu yaparken ne yazık ki odağını belirlemekte güçlük çekiyor. Çünkü hikâye dâhilinde film Arqui’ye aitken filmin kurgusu, oğlu Alejandro Puccio (Peter Lanzani)’nundur. Kronolojisi bozulmuş kurgu, oğlunun şüpheci ve kafası karışık haliyle özdeşleşiyor. Babanın ise zihni çok nettir: “Düzen sağlanana kadar yapılan her eylem mubahtır.” Bu keskin anlayışa sahip bir adamın kafasının karışık olduğunu iddia etmek abesle iştigaldir. Hikâyenin babaya ait olduğu fikri de zaten açıktır. Çünkü baba tercihler yapıyor ve o tercihler dâhilinde olaylar gelişiyor. Babanın otoritesi altında kalan oğulun, hikâyedeki çıkmazına tek etki etme çabası ise finaldeki intihar girişimi oluyor. İntiharın başarısız olması da çocuğun, babanın hikâyesine olan etkisizliği gösteriyor.
Baba, cunta altında yetişmiş ve onun bir birimi içinde kendine yer bulmuştur. Bu devir kapandığı anda da tekrardan demokrasiye alışması ve onu benimsemesi haliyle mümkün değildir. Çünkü artık hayatını, çalıştığı istihbarat departmanına adamıştır. Benliği ve hatta anıları bile bu edindiği kimlik sayesinde oluşmuştur. Böyle bir adamın insanların “kötü” diye yaftaladığı faşizmi eleştirmesi söz konusu dahi olamazdı. Zaten film de demokrasi veya cunta arasında “Hangisi daha kötü bir düzendir?” diye bir sorgulamaya girişmiyor. Odaklanmak istenen nokta açık: “Faşizm demokrasi içinde nasıl yaşar?” Bu sorunun tersten sorulmuş halini filmde, babanın hapse düşmüş arkadaşından işitiyoruz: “Bir ülke demokrasi ile kaç yıl yönetilebilir?” Bu iki soruyu filmin hem kendine hem de seyirciye yönelttiği sorular olarak değerlendirebiliriz. Genel algıya göre bu iki düzen de birbirinden hayli farklıdır. Fakat film söylemini, ikisi arasındaki farklılıklardan çok benzerlikler üzerine oturtuyor. Gerçi filmin bakış açısıyla faşist düzenin nasıl işlediği seyirciye gösterilmiyor. Sadece cunta içinde “eğlenen” Puccio ailesinden bazı görüntüler sunuluyor. Yine de ortada, demokrasi içindeki faşizm ve “bildiğimiz kadarıyla faşizm” algısından yola çıkarak bir karşılaştırma yapmak çok zor değil. Filmin başındaki, demokrasinin geldiğine dair kayıtlar gösterilmiyor olsa ülkenin demokratik bir biçimde yönetildiğini söylemek neredeyse imkânsız olabilirdi. Çünkü ortada dolaşan bir haydut birliği var ve güvenlik birimleri bu durumdan uzun süre bihaberler. Ayrıca haydudun akrabalarına yönelik yaptırımları ise faşist gücü aratmayacak cinsten. Bir de bunun üzerine sonuca eriştirilemeyen hukuk mücadelesi eklenince, “Hani demokrasi gelmişti?” diyebiliriz. Faşizmi aşağılamak ya da kılıf değiştirmiş düzeni eleştirmek için sulandırılmış romantik söylemlerden uzak gayet etkili ve gerçekçi bir yol izliyor. Ne yazık ki burada tutturduğu gerçeklik film bütününde oluşturulamıyor.
Tekrardan baba hakkında konuşacak olursak onun, faşizmin ete kemiğe bürümmüş hali diye tanımlayabiliriz. Erk mekanizmasını elini attığı her yerde işletmeye çalışıyor. Babanın, her girdiği yerde yöneticilik vasıflarını görmek mümkün oluyor. Evde, arkadaş meclislerinde ve gizli teşkilatı içinde… Sert yönetim anlayışının yanında etrafındakilere de söz hakkı tanımıyor. Onların, kendi verdiği emirlere uymak dışında yapmaları gereken bir vazifeleri bulunmuyor. Burada özellikle ev ahalisi üzerine eğilmekte fayda var. Eski faşizmin, neredeyse hala yaşandığı bir mekân olarak evi örnek gösterebiliriz. Erkin temsili baba, evin tüm birimlerine hükmetmeye çalışıyor. Evde yaşananlara karar verme, giriş çıkışları kontrol etme ve çocuğunu evden atma-eve alma gibi”sınır dışı” operasyonlarıyla devletin standart işleyişini ev içinde yaşatıyor. Fakat bu yönetim tarzındansa ev ahalisi ya da halkıyla olan ilişkisi daha ön planda tutuluyor. Aile bireyleri erkin işleyişinden rahatsız olmasına kimse babaya karşı çıkamıyor. Durumdan en rahatsız olan oğul ise babanın tahtının varisi olarak görünüyor. Bu yüzden baba, oğlunu yetiştirmek adına kendi teşkilatı içinde ona eğitim veriyor.
Oğul, ilk başta durumdan rahatsız olmasına rağmen işten kazanç sağlayınca kafası iyice allak bullak oluyor. Bir yandan faşizmden rahatsız olurken bir yandan da aldığı paradan memnun oluyor. Bu karmaşıklık ise filmin karmaşık kurgusuna yansıyor. Fakat daha önce bahsedildiği gibi kurgunun sahibi ve hikâyenin sahibi ayrı kişiler olduğu için bu ikisi arasında uyuşmazlık çıkıyor. Birçok yerde “dinamik kurgulu” olarak atfedilen film için bu iltifatın biraz fazla olduğu söylenebilir. Çünkü kurgunun film zamanına bir hız kattığı söylenemez. Hatta dinamizmine sekte bile vuruyor. Durağan olarak ilerleyen hikâyeyi daha da aksamasına sebep oluyor. Bu belirsizlik hali de ancak oğulun zihnine yakın olarak değerlendirilebilir. Evin öteki sakinleri ise babanın, ev içindeki uygunsuz tutuklamalarına karşılık sessiz kalmayı tercih ediyor. Hatta son mahkûm kadın, ev içinde çığlık çığlığa bağırırken bile ev halkı sesleri duymamak için elinden gelen çabayı gösteriyor. Çığlıklar iyice arttığı vakitte ise aile, sadece kendi aralarında tedirgin oluyorlar. Tabi ki erke isyan etme gibi bir alternatif söz konusu dahi olmuyor.
Filmin konusunun, gerçek olaylara dayandığını söylemiştik. Peki, sahiden yaşanmış belli olayların seyirciye yapay gelmesi bir durum söz konusu olabilir mi? Olur, gayet de güzel olur. Yaşanan olayı ister kopyalayın isterseniz de belli yerlerini değiştirin, bir öyküyü sinema dilini düzgün bir biçimde uyarlamadığınız takdirde film seyirciyi “kandırmayı” pek başaramaz. Ki Çete’de de böyle bir sorun ortaya çıkıyor. Hikâye, seyirciye olanaksız geliyor. Bu olanaksızlık örümceğin ısırdığı Spider-Man’in bileklerinden ağ atmasıyla bir değil. Bu olanaksızlık, kurulmak istenen betimsel gerçekliğin tutarsız boyutlarından kaynaklanıyor. Bir film dünyevi gerçeklikten çıkıyor diye “sinemanın gerçekliği” içinde, gerçek sayılacak diye bir kaide yok. Zaten bir film gerçeği anlatıyor diye de gerçek olmaz. Başka bir deyişle gerçek, sinema için her zaman inandırıcı olmayabilir. Çünkü dünyanın gerçeği ile filmde yaratılan yeni dünyanın gerçekliği bir kabul edilemez. En basitinden, yaşadığımız dünyada herhangi bir olay, sonsuz bileşen ile kişi üzerine etki eder. Sinemada ya da başka sanatlarda ise olayları değiştiren etkenler sınırlıdır. Onlara çizilmiş belli doğrultular vardır ama gerçek hayatta bu sınırlılığın ötesinde karmaşık bir düzen vardır. Film, belli doğrultularla gerçeği ele alıp onu, kendi gerçekliği içinde olayları yeniden var edebilmeli. Bunu sağlayamayan film, gerçeklerden yola çıksa dahi seyirciye inandırıcı gelmeyecektir. Bu da dünyevi gerçekliğin ve sinemasal gerçekliğin birbirinden ne kadar farklı olduğunun ispatı sayılır. Yoksa neden gerçek bir hayat öyküsünü insanlar yalan varsaysın ki?
Filmdeki baba-oğul çatışması, eserin bütününe yansıyarak filmin yapısına etki ediyor. Böylece film bütün olmaktan çok kendi için savaşan bir hale bürünüyor. Her ne kadar biyografik bir yapım olsa da kurulan dünya, inandırıcı olmaktan uzaklaşıyor. Yani betimlenmiş gerçekliğin kendi içindeki tutarlılığı bozulduğu için film, doğruyu söylerken bile yalan söylemiş sayılıyor. Bu da seyirci için gerçekten yaşamış olan Puccio ailesinin, bir hayal ürünü olduğu yanılgısına kapılmasına neden oluyor.
Yazar: Ahmet Toğaç