Tolga Çetin’in ilk uzun metraj yönetmenlik deneyimi olan Figüran’ın çetrefilli ve sancılı vizyona girme süreci mutlulukla sonuçlandı ve film bu hafta vizyon yüzü görürken, haftanın iddialı yapımlarından birisi olarak da öne çıkıyor.
Gün geçmiyor ki bir komedi filmi daha vizyonu şenlendirmesin. Her ne kadar ardı arkasına salonları dolduran komedi filmlerimizin ne kadar ‘komedi filmi’ olduğu tartışılsa da/tartışılmalı da. Figüran ise gitgide komedi çöplüğüne dönüşmeye başlayan son dönem sinemamıza taze bir nefes olma ümidi taşır mı acaba diyerek yaklaştığımız yeni adaylardan bir tanesi. Sağ olsun yönetmen hevesimizi kursağımızda bırakmak için bizi çok bekletmiyor; yaklaşık ilk on dakikadan itibaren umut vaat eden bir filmin nasıl hızlı bir şekilde kötü ve ‘sorunlu’ bir filme dönüşebileceğini gösteriyor seyircilere. Daha da ilginci ve faydalı olan ise; bir komedi filminin güldürme yeteneğine sahip olmasına karşın, bizlere bu komedi anlayışını ciddi ciddi sorgulamamız gerektiğini düşünme fırsatı sağlaması. Tabi ki bu noktada yönetmene çok fazla pay çıkarmayalım; kendisinin seyirciyi güldürme yolunda her şey mubahtır anlayışından öte bir derdinin olmadığını söyleyerek sorgulama kısmını eleştirmenlerin dert ettiği notunu düşelim.
Figüran, dizi setlerinde figüran olarak çalışan ve en büyük hayali büyük bir aşk hikayesi olduğuna inandığı senaryosundan bir film yapmak olan Mutlu’nun (Ceyhun Fersoy) macerasına odaklanıyor. Mutlu’nun hayalini gerçeğe dönüştürme yolunda destekçileriyse set arkadaşı ışıkçı Cempo ve 70’lerin ucuz seks filmlerinin oyuncusu, şimdinin ucuz cast ajansı sahibi Şahmettin oluyor. Ha bir de ekibin maskotu (!) olduğunu düşündüğümüz ve film boyu göründüğü her sahnede, boyu ucuz ve aşağılayıcı bir espri malzemesine dönüştürülen cüce Vitamin var. Mutlu’nun çalıştığı dizinin baş rolü Pelin Şafak (Serenay Aktaş) ise Mutlu’nun film projesinde oynamasını istediği, bir süre sonra da aşık olduğu kendisi güzel oyunculuğu kötü bir karakter. Mutlu ve Pelin Şafak’ın tanışmalarından başlamak üzere film boyu frekanslarının tutmadığı ve inandırıcı bir iletişim kuramadıkları rahatlıkla söylenebilir; zaten bu faktör de filmin dramatik yapısının ve başarı kriterinin çok önemli ayaklarından birinin işlevsiz kaldığını gösteriyor.
Filmin ilk 10 dakikasının ümit vaat ettiğinden bahsetmiştik. Bu noktada biçimsel özellikleriyle öne çıkan iki sahneyi örnek verebiliriz. Ağır çekim ve artistik bir çatışma sahnesiyle açılan film iyi kotarılmış bir parodi havası uyandırıyor. Karakterlerimizin Pelin Şafak’la ilgili ilk planlarını yaptıkları, bilinçli bir bayağılıkta ve nostalji hissiyatı veren renk düzenlemesiyle fark yaratan düş sahnesi kısa ama etkileyici bir dokunuş oluyor. Ve maalesef ki yönetmenin film boyunca fark yaratabildiği anlar bu iki sahneyle sınırlı kalıyor. Özellikle ucuz ve klişe dizilerin parodisini yaptığı düş sahnesi, seyircide filmin de bu mantık üzerine kurulduğuna ilişkin bir beklenti oluşturmasına karşın bir süre sonra film, tüm o klişe aşk sahnelerini ciddi ciddi kullanma çabasına girişiyor; bir anlamda parodinin parodisi oluyor. Film boyu bir türlü doğru bir elektrikle aralarında güçlü bir bağ kurulamayan Mutlu-Pelin Şafak ilişkisinin seyri finale doğru artan dramla gittikçe inandırıcılığını kaybederken, büyük büyük lafların havada uçuştuğu ağdalı bir drama dönüşüyor. Aynı şekilde Mutlu’nun büyük umutlar bağladığı aşk filmi senaryosuna absürt komedi olarak yaklaşan yapımcı bakışını sektörün dişlilerine yönelik bir eleştiri olarak okumak mümkünken, böylesi zengin bir malzemeden yeterli miktarda mizah ve eleştiri de üretilemiyor.
Gelelim filmin üzerinde en çok konuşulması gereken yönüne, yani komedinin sırtını tamamen homofobiye dayandırması meselesine. Son birkaç yıldır ülke sinemamız komedi alanında kişisel sakarlıklar, cinsellik ve kabalıkla örülü argo kullanımı, fazlasıyla cinsiyetçi bir dil, bayağılığa teslim olmuş tuvalet mizahı gibi komedi unsurlarını ağırlıklı olarak tercih ediyor. Tolga Çetin ise sakarlığı sınır tanımayan ve bir süre sonra fazla tekrardan etkisini yitirmeye başlayan Mutlu üzerine yapılandırdığı komedi anlayışıyla güçlü bir potansiyelden yola çıkmıyor bir bakıma. Yönetmen tüm barutunu homofobiye sırtını dayayan ve gitgide bayağılaşan bir komedi anlayışına saklıyor. Gay dizi oyuncusu karakteri Yıldıray’ın etrafında kurduğu komedi yaklaşımı hem karakter üzerinden homoseksüel bireyleri karikatür malzemesine dönüştürüyor, hem de çevresindeki erkek karakterler tarafından uzak durulması gereken, neredeyse aynı karede yer almanın bile erkekliği tehlikeyle baş başa bırakacak bir karakter olarak yorumlanıyor. Yıldıray’ın etrafındaki erkeklere cinsel imalar yoluyla yaklaşması, devamlı temas etme isteği, diğer erkekler tarafından en ufak temasın dahi kaçınılması gereken bir hareket olarak değerlendirilmesi gibi unsurlar homofobinin ekmeğine yağ sümekten öte bir işlev üstlenmiyor. Özellikle motosiklet sahnesinde hem karakterlerin pozisyonları hem de söylem olarak en ucuz ifadelerle yapılan cinsellik iması yönetmenin nasıl bir komedi anlayışını sahiplendiğini göstermesi açısından önemli bir örnek sayılabilir. Bu sahne tam bir ucuzluk örneğiyken, karavan sahnesi ise kesinlikle bir bayağılık abidesi ve filmin komedi anlayışının çakıldığı en dip nokta olarak yorumlanabilir. Ve kanımca filmin üzerine en çok düşünülmesi gereken noktalarından birisi, karavan sahnesinin muhtemelen seyircinin en katıla katıla güleceği sahne olacak olmasıdır. Daha acısı ise katıla katıla gülen seyircilerin çoğunluğunun sahnedeki homofobik yaklaşımı fark etmemesi/önemsememesi ve cinsellik üzerinden yapılan kaba ve bayağı komedi anlayışını gayet normal bir şekilde karşılamaları olacaktır. Heteroseksüel bireyin en büyük gizli korkularından olan homoseksüel olma veya erkekliğini yitirme durumlarına karşı koruma kalkanı olarak geliştirdiği homofobiyi sahiplenme duygusuna mükemmel örneklerdir burada bahsedilen sahneler. Ve seyircilerin gizledikleri homofobik yönelimlerini de çok yumuşak bir tonda açığa çıkartma işlevi üstlenirler. Film boyunca kadın kılığına giren erkek, köçek olan erkek, erkekliği tehdit eden cinsel uzva yanlışlıkla gelen top, şişe-penis simgelenmesi, birbirine yanlışlıkla dokunmayı bile cinsel tehdit olarak gören erkekler gibi kullanımları komedi malzemesi yapan yönetmenin/senaryonun seyirciden olumlu geri dönüşler almasının nasıl potansiyel bir tehlikeye işaret ettiğini göstermesi için yeterli örnekler olduğu kanaatindeyim. Böylesi bayağı cinsel bombardıman içerisinde filmin sayılı doğru kurulmuş komedi anlarından olan masa sahnesi de sakat bir yapının içinde etkisini yitiren, sapla samanın birbirine karıştığı bir sona mahkûm olmakta.
Şahmettin ve Cempo karakterleri homofobik oldukları kadar şiddetli bir abazanlıkla da sarmalanmış durumdalar. Özellikle Şahmettin karakteri eski seks filmleri oyuncusu, şimdinin cast ajans sahibi olarak işlenebilecek bir potansiyele sahip olmasına karşın, karakterin kadınları cinsel obje olarak görmesi dışında herhangi bir düşüncesine veya özelliğine tanık olamıyoruz. Ve yine çok bayağı ve göstere göstere yakın plan göğüs, kalça görüntülerini şiddetli abazanlık söylemleriyle birleştirince sözüm ona eleştiriyi de içinde barındıran bir parodiye imza atılıyor. Maalesef komedi sinemamız bir kez daha seks filmleri dönemini ve o dönemin başat unsurlarını karikatürize ve tek tipleşen sığlıkta ele almaktan vazgeçemiyor. Mutlu karakteri ise Şahmettin ve Cempo’nun tam zıt köşesinde konumlandırılıyor, yani bir bakıma cinsiyetsizleştiriyor. Mutlu, her türlü cinsellik imasından uzak, romantik hayaller peşindeki saf aşık olarak kodlanıyor. Hatta Pelin Şafak’ın cinsel oyunlarla ve top kazası sonrası yaptığı imalarla Mutlu’yu bir komedi malzemesine dönüştürdüğü görülüyor. Mutlu ve erkekliği üzerinden yaratılmaya çalışılan komedi tarzına baktığımızda, erkeklik temsili açısından Şahmettin ve türevlerinden çok Yıldıray’a yakın bir yerde konumlandırılıyor. Abazanlık ve homoseksüellik iki ayrı uçta yer alan, birbirleriyle çatışmaları üzerinden komedi devşirilen, birbirlerine her yaklaşmaları hem tehlike hem komedi doğuran sözümona güçlü mizah unsurları oluyor.
Yazının sonunda yönetmen ve senaristlere ‘birer kalıp sabun’ hediye etmek istediğimi belirteyim. Sabunu ne mi yapacaklar? Belki kesin bir çözüm olmaz ama senaryodaki homofobi lekesini çıkartmak için bir nebze faydalı olmasını canı gönülden isterim. Ama çıkartmak için çok zorlamasınlar; böylesi ‘dar’ kalıplara sıkışmış düşünceler maalesef kolay kolay değişmiyor. Keşke değişse ama değil mi? Ha bir de unutmadan ekleyelim; filmde sık sık karşımıza çıkan Peter Sellers filmlerinin afişleri de filmi kurtarmaya yetmediği gibi bir sinemasever olarak hayal kırıklığımızı katmerleyen bir kullanıma dönüşüyor.