Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 97. haftasından herkese merhaba. Gençliğin hayalleri ve yapmak istediği pek çok hedefin önünde aileler kimi zaman bir engel olarak durabiliyor. Emir Çalıkkocaoğlu da tanınmış bir oyuncu olma hayali kuran genç Bora’nın ailesiyle yaşadığı çatışmayı işlediği kısa metrajı ile bu haftaki konuğum olacak. Filmde iki farklı anlamını gördüğümüz ve başrollerinde Lorin Merhart, Sezin Bozacıile Abdül Süsler’in yer aldığı Dolma, tanınmış bir oyuncu olma hayali kuran genç Bora’nın huzurlu bir akşam yemeği ümidiyle çocukluk evinde anne ve babasını ziyaret etmesi ve sonrasında yaşadıklarını anlatıyor.
Filmin yönetmeni Emir Çalıkkocaoğlu ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Emir Çalıkkocaoğlu’nu bize nasıl anlatırsınız?
Sinema sevdalısı bir genç diyelim… 14 yaşımda bu sektörle tanıştım. Disney Channel’ın Zil Çalınca dizisinde iki sezon oyunculuk yaptım. Bu deneyimle beraber o yaşımdan itibaren izlediğim her işe farklı bir gözle bakmaya başladım. Üniversite seçimlerinde son anda bir değişiklik yaparak sinema okumak istediğimi fark ettim ve film yapmak istediğime karar verdim. İngiltere’de University of Kent’de sinema eğitimimi tamamladıktan sonra İstanbul’a döndüm. Pek çok sette çalıştıktan, sektörün önde gelen isimlerinin yanında iş yaptıktan sonra kendi projelerimi ortaya çıkarmaya çalıştım. Öğrendiklerimi ekrana dökmeye ve her yaptığım işte izleyenlerin zevk alabilmesini hedefledim. Önümdeki yeni serüvende yaratmaya devam etmek istiyorum.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Aslında çok sancılı bir süreçti. Zil Çalınca setinde tanıştığım ve çok sevdiğim dostum, o zamanki ev arkadaşım Lorin Merhart’la beraber pandemi döneminde bir beyin fırtınası seansında fikir ortaya çıktı. Yazım aşaması yaklaşık üç ay, pre-production üç ay, çekim iki gün ve post yaklaşık üç ayımızı aldı. Pandemi burada bizi çok zorladı. Okuma provalarımızı online olarak gerçekleştirdik. Tüm ekibin Covid-19 testleri yapıldı, pozitif vakalar çıktı, ekip küçüldü, alternatif bulunamadı. Nisan kapanması set tarihimizin tam üzerine denk geldi ve planladığımız sürenin üzerine bir ay daha beklememiz gerekti. Bu gibi pek çok olayla, özellikle hazırlık ve pre-production sürecinde karşı karşıya kaldık.
Filmi ayrıntılı konuşmadan önce hikayenin nasıl oluştuğundan bahsedelim dilerseniz. Hikaye tamamen kurmaca mı yoksa yaşadığınız/tanık olduğunuz bir olayın mı yansıması?
Bana sorarsanız bu gibi hikayelerde yaşanmışlık bir nebze dahi olmazsa olmaz. Ailem hayatım boyunca her zaman beni destekledi ve arkamda oldular. Hayattaki en büyük amacım onları gururlandırmak olsa da sanat yapmak isteyen her gencin hayatında maddi ve manevi değerlerin ister istemez çakıştığı bir dönem devreye girebiliyor. Filmin hikayesini bu dönemde ailemle yaşadığım bazı durumların, kendi içimdeki sorumluluk hissinin yansıması olarak nitelendirebilirim. Hiçbir zaman ne annem ne de babam filmde yansıtıldığı gibi bir hal, tavır takınmadılar. Bu iki karakteri filmin dramatik gücünü biraz daha yükseltebilmek için abartarak kullanmak istedim. Bora karakteri, yaşadığı travmaları, sıkıntıları ile birlikte benim iç dünyamda, kendime ve aileme karşı olan sorumluluk hissinin, bahsettiğim geçiş döneminde atlatmaya çalışmam üzerinden dizayn edilmiş bir karakterdir.
Filminizin senaryosunu aynı zamanda başrol oyuncunuz Lorin Menhart ile yazdınız. Senaryo aşamasında birlikte ilerlemek özellikle Lorin’in hayat verdiği Bora karakterini oluşturmada nasıl katkı sağladı?
O zamanlar ev arkadaşı olduğumuz için sürekli olarak senaryo ve karakter üzerine konuşabiliyorduk. Lorin özellikle Bora’nın yaratılış esnasında kattığı oyunlar, psikolojisinin ekrana yansıması durumlarında, kendi deneyimlerinden de yola çıkarak müthiş bir karakter ortaya çıkardı. Bizler, o zamanlar sanki hem sektörün içerisinde olduğumuz hem de dışarıdan sektörü gözlemlediğimiz bir dönemin içerisinde gibiydik. Bu durum aslında Bora’nın kendi mesleğini yaşama isteğine olan durumu kuvvetlendirmede büyük rol oynadı. İkimiz de başarma isteği yüksek insanlar olduğumuzdan ortaya, belki de bir başarı hikayesiyle sonuçlanabilecek bir gencin arınma yemeğini anlattığımız bir hikaye ortaya çıkarabildik. Başından sonuna kadar ailelerimizden, ortaklarımızdan da pek çok yardım, danışmanlık alarak ekrana doğal ve gerçeğe yakın bir hikaye çıkarabildiğimizi düşünüyorum.
Gelelim filmin ismi olan “Dolma”ya. Filmin hemen başında dolma kelimesinin iki farklı anlamını paylaşıyorsunuz. Aslında hikayede hem yemek olarak hem de babasının sözleri karşısında içi dolan Bora üstünden her iki anlamı da görmüş oluyoruz. Filmin ismini özellikle mi bu şekilde belirlediniz?
Aynen öyle. Dolma-k ve dayanamayıp taşmak hissinin fazlasıyla ekrana yansıtıldığı hikayede böyle bir yol izlemeyi tercih ettim. Aynı zamanda filmin görsel ve hikayesel anlamda da yemek olan dolmanın önemli bir yer kaplayacağını düşündüm. Dolma yemeğinin Sezin Bozacı’nın canlandırdığı Aylin karakteri tarafından ortaya bir efor konularak yapılmış olması, Abdül Süsler’in canlandırdığı Kemal karakterinin genel aile ve saygı çerçevesini ve annenin eforunu yok sayarak, dolmayı parçalayarak yemesi ve Bora’nın dolmayı reddetmesi aslında ailenin içerisinde bulunduğu iletişimsizliğe de bir anlatısal metafordu benim için. Bu durumu göz önünde bulundurarak, karakterleri masa etrafında da o şekilde konumlandırmak istedim. Bora ve Kemal birbirlerine karşılıklı, çatışmayı tetikleyen şekilde konumlanırken, Aylin ikisinin ortasında bir iletişimsel köprü olma çabasını, görsel olarak düzenlenen sahne içerisinde belirtmek istedim. Dolmanın hikaye içerisindeki işlevini bu şekilde özetleyebilirim.
Uzun metraj filmlerde dahi tek mekan kullanımı hiç kolay değilken siz belirli bir sürede anlatmak istediğinizi en etkili şekilde sunmak zorunda olduğunuz kısa film türünde bunu tercih etmişsiniz. Bu durumun sizi senaryo yazımı ve filmin çekim sürecinde zorladığı noktalar oldu mu?
Bu soruyu hem oldu hem de olmadı diye cevaplandırabilirim. Senaryonun ilk aşamalarında ortada çok daha farklı bir hikaye vardı. Karakteri pek çok mekanda gördüğümüz, pek çok farklı insanla iletişime geçerek iç dünyasını yaşadığı bir durum söz konusuydu. Ancak bir noktada benim yansıtmak istediğim durumu yansıtmadığını fark ettim ve bu durumu karakterin aslında en yakınlarıyla paylaşması gerektiğini düşündüm. Sonuçta, bu şekilde karakterleri kısıtlamak, bir mekana kapatmak ve belirli bir sürece hapsetmek elimi anlatısal olarak kolaylaştırdı. Doğallığı korumak istediğim senaryoda, mekan değiştirmek bu gücü elimden alacakmış gibi hissettim. Sonucunda böyle bir seçim ortaya çıktı. İçten içe sanki bir uzun metraj filmin belki de climax sahnesini izliyormuşuz hissi yaratmak, hikayenin ucunu açık bırakmak da izleyiciye yaşatmak istediğim bir durumdu. Bir nevi parantez açıp, parantezi kapamak olarak görüyorum. Eve geliş – evden gidiş. Bu durum hikayeyi tek mekana hapsetmeden istediğim şekilde ortaya çıkamayabilirdi diye düşünüyorum.
Filmde her ne kadar tek mekana ve hatta bir yemek masasının etrafına sıkışmış olsa da mevcut durumun temposunu diri tutan diyaloglar seyirciyi hikayenin içinde tutmak adına son derece önemli bir görev üstleniyor. Senaryo yazım aşamasında diyalog yazımlarında nelere dikkat ettiniz?
Benim için diyalogların karakterlere yakışır şekilde, doğal gelişmesi önemliydi. Kemal’in küfür kullanımı bazı durumlarda izleyiciye rahatsız edici gelebilir. Ancak aradaki saygı seviyesinin düşüklüğünü vermek istediğim için bunu vurgulamak istedim. Aylin’in küfürlere tepkisinden aslında ev içinde küfür kullanımının yakışık almadığı gözlemlense de iletişimsizlik had safhaya geldiğinden, ev içi tüm dinamiklerin kırıldığına şahitlik ediyoruz. Bu durum dışında diyalogların yavaşlığı, boşluklar tamamen seçimsel olup, iletişimsizliğin doğallığını korumak için yapıldı. Diyalogların şiddetlenmesiyle, kamera dilinin de hareketlenmesi, film içerisinde çizgisel bir yükseliş göstermesi amaçlanarak tasarlandı.
Tanınmış bir oyuncu olma hayali kuran genç Bora’nın huzurlu bir akşam yemeği ümidiyle çocukluk evinde anne ve babasını ziyaret etmesi ve sonrasında yaşadıklarını izliyoruz. Bu noktada hikayede kameranın konumlandığı yer de seyircisini masanın dördüncü kişisi yapıyor. Bu tercihiniz ilk andan itibaren var mıydı yoksa sonradan mı şekillendi?
Daha önce de bahsettiğim gibi karakterleri o şekilde konumlandırdığımdan, kameranın konumu da benim için her zaman olduğu yerdi. Hem dördüncü kişi hissini kuvvetlendirmek hem de dramatik bir hikaye izlediğimizden ötürü, sanki bir tiyatro sahnesi havası da katmak istedim. Bu konuda görüntü yönetmenimiz Utku Öztürk’ün şahane bir iş çıkardığını düşünüyorum. Karakterleri tekli gördüğümüz planlarda, hikaye ilerledikçe medium shotlardan, close-uplara geçişimiz de izleyicide tansiyonu yükseltmek için yaptığımız bir seçimdi.
Bora ve babası arasındaki mesafeye ilk karşılaştıkları andan itibaren net biçimde şahit oluyoruz. Nitekim ikilinin yemek masasında karşı karşıya oturması ve tam ortada annenin yer alması da hikayenin çatışmasını görsel olarak bizzat ortaya koyuyor. İlerleyen dakikalarla birlikte de ülkemizdeki çoğu gencin yaşamıyla ilgili yaptığı kararlar karşısında aldığı tepkilerin çok benzerini izliyoruz. Bora gibi kendi seçtiği yolda ilerleyen gençler bugün ne kadar özgür?
Pek de özgür olduklarını düşünmüyorum maalesef. Ülkemizde var olan sanat sektörünün genç kesimin yükselmesi adına gerekli platformları oluşturduğunu düşünmüyorum. Olasılıkların kısıtlı olmasından ötürü, aileler arasında bu gibi durumların yaşandığına eminim. Dünya üzerinde pek çok seyircinin gösterimler sonrasında bana gelip, benzer durumları kendi aileleri içerisinde yaşadıklarından bahsetti. Aslında bu durumu sadece sanat sektörü için değil, her sektörde emelleri için çabalayan gençlerin hayatında yaşadığı bir kesişme noktası olabileceğini düşünüyorum. Kendi hayallerinin peşinde giden kimseler, bu gibi durumları atlatarak, her zamankinden daha güçlü bir şekilde hayatlarını idame ettirebileceğini düşünüyorum ve umuyorum.
Film, bir baba-oğul ilişkisi üzerinden çekirdek ailenin bütünlüğü ve ilişkisine dair de bir bakış açısını sunuyor seyircisine. Sizin için aile içi ilişkiler neyi ifade ediyor? Günümüzün dinamikleri aile kurumunu nasıl değişip dönüştürüyor?
Aile kavramı benim için bir dayanak, sonsuz sevginin kimi zaman zorlayıcı etkilerini dahi hissedebileceğimiz bir tapınaktır. Günümüzde maddi kaygı maalesef genel aile yapılanmasında çok ön planda. Daha önce de bahsettiğim gibi ailemle bu denli katastrofik bir durum yaşamış olmasam da tabii ki her ailede olduğu gibi, ailemin benim hakkımda gelecek kaygıları olduğu bir gerçekti. Bu durumun tamamen onların bana karşı olan sevgisinden kaynaklı olduğunu da biliyordum. Genelinde pek çok diğer çekirdek aile için de geçerli olduğuna da eminim. Filmde bu durumun sevgi ve saygı çerçevesinden çıkıp, yaralayıcı bir hale geçiş yaptığına şahitlik ediyoruz. Maalesef kimi aile düzenlerinin içerisinde bunlar da mevcut. Herkesin hem bireysel hem de aile yapısında farklılıkları olduğunu bildiğimden bir genelleme altında yorum yapmayı da doğru bulmuyorum. Tek temennim ailelerin maddi, manevi durum ne olursa olsun, sevgi, saygı ve ortak anlayış çerçeveleri içerisinde birlik olmaları yönünde. Filmin ana teması da aslında benim için bu düşünceyi yansıtıyor.
Filmin belirli noktalarıda Bora’yı audition çekiminde görüyoruz ve orada söylediği replikler yemek masasında yaşadıklarıyla birebir örtüşüyor. Bu da hikayeyi gerçek-hayal karışımı bir yapıya bürüyor. İlgili sahnelerin filmdeki varlığına dair neler söylemek istersiniz?
Bu seçim filmi izleyici için teknik olarak dinamik tutma amacıyla birlikte, aslında işini seven, saygısı olan insanların her zaman bir noktada işlerini yaşadıkları ve yaşattıkları durumuna da bir yorum olarak görmekten geçiyordu. Bu noktada filmin kendisinin ortaya çıkışı gibi; özel hayatımızda deneyimlediğimiz duyguların, hislerin, işimize yansımasının mevcut bir durum olmasıyla birlikte, işimizin karşımıza ne çıkaracağının belirsizliğiyle doğru orantılıdır. Bu noktada Bora’nın girdiği audition, aslında karakter yapısı olarak kendisine çok uygun olduğundan, deneyimlerini audition’a yansıtma konusunda çok başarılı oluyor ve çok istediği işi filmin finalinde alıyor. Ancak bu durum, özel hayatına bir yansıma olduğunda da aile yapısını (belki de olması gerektiği şekilde) bozduğuna da şahitlik ediyoruz. Audition sahnelerinin hikayenin içerisine yerleştirilme seçiminin amacını bu şekilde özetleyebilirim.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Verdiğiniz örnekler şahane! Umarım ki ülkemizde de kısa filmin değeri yükselir ve bu algıdan çıkar. Çünkü aslında anlatılmak istenilen hikayenin çok daha kısıtlı bir süre içerisinde anlatılma, anlatılabilme durumu düşünüldüğünden çok daha zor ve karmaşık bir durum. Her sinemacının veya sinemacı olmak isteyen bir gencin kafasında “önce kısa film sonra uzun metraj” vardır. Asıl amaç da hep uzun metrajdır. Bu sebepten dolayı bence dünya çapında “bir kısa film yönetmeni” diye adlandırabileceğimiz herhangi bir isim akla gelmiyor. Günümüzde giderek değişmekte ve gelişmekte olan medya, VOD, platform projeleri başta olmak üzere, kısa süreli anlatımların yaygınlaştığını görüyoruz. Aynı zamanda yeni jenerasyonun odaklanma süresinin de giderek kısaldığı bir gerçek. Belki de bu gerçekler tüm negatiflikleriyle birlikte, bir de pozitif etki yaratarak, ortaya kısa anlatımlarıyla üst seviyeye ulaşabilmiş yaratıcıların sektörün içerisinde yaygınlaşmasında önemli bir rol oynayabilir.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Üzerinde çalıştığım, ortaklar olarak çalıştığımız projeler tabii ki var, ancak kişisel olarak önümdeki süreç biraz karmaşık. Şu anda hayatımı Amerika’ya taşıma ve sanatımı orada sürdürme durumu içerisindeyim. Somut olarak önümde kişisel olarak gerçekleşmeye yakın herhangi bir proje olmasa bile, ben ve ortaklarım olarak her zaman yaratmaya, üretmeye devam edeceğiz. Somut olarak söyleyebileceğim tek şey bu… Hayat bilinmezliklerle de güzel!