Suç ve Ceza Film Festivali bu yıl 4. kez sinemaseverlerle buluştu. Hak, adalet, eşitlik, suç ve ceza kavramları çerçevesinde ve bu minval üzere çekilmiş, dünyanın dört bir yanından seçilen filmler izleyicilere sunuldu. Festivalin benzerlerinden ayrılan yanı, akademik bir yönünün olması ve her yıl bir temanın belirlenmesi. Bu yıl ki teması ‘göç ve mülteciler.’ Akademik toplantılar üniversite bünyesinde gerçekleşirken, film gösterimleri sinema salonlarında izleyicilerle buluştu. Festival’in koordinatörü Bengi Semerci, yaptığımız röportajda akademik toplantıları da önümüzde ki yıllarda sinema salonlarına taşımayı düşündüklerini söyledi. “Hukuk yeterince toplumun dışında kaldı amacımız halkla içiçe bu toplantıları gerçekleştirmek” diyen Semerci ile söyleşimizin detaylarını sizlerle paylaşıyoruz.
Suç ve Ceza Film Festivali’ni 2011’den beri koordine ediyorsunuz. Festivalden ziyade daha çok sosyal sorumluluk projesine yakın gibi. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu bir tematik festival. Türkiye’de devam eden bir tematik film festivali yok. Dünyada da tematik film festivalleri var ama akademik programla derç edilmiş festival olarak dünyada da tek. Biz de her yıl bunu organize edip geliştirmeye çalışıyoruz. Bizler akademik toplantılar yapıyoruz ama akademisyenler konuşup, akademisyenler dinliyorlar. Bunu toplumla nasıl bütünleştirebiliriz, nasıl bir araya getiririz diye düşündük. Sosyal sorumluluk kısmından çok, bir konuya ilgi çekme ve o konuyu da ‘herkes için adalet’ çerçevesinde değerlendirmek esas gayemiz.
Konularınızı seçerken gündemle bağlantılı olması gibi bir hassasiyetiniz var mı? Bu sene ‘göç’ teması gündemle bağlantılı ama geçen yıllar işlediğiniz temalar birebir gündemle örtüşmüyordu.
Biz bu sene mültecilik, göç dedik ama biz bu konuyu seçtiğimiz zaman geçen sene Eylül ayıydı. Diğer festival biter bitmez seçmiştik ve o zaman Türkiye’de bu kadar yoğun mültecilik yaşanacağı belli değildi. Bu, biraz bizim öngörümüzdü. Ama gündemde olması çok da önemli değil. Asıl amacımız şu; ‘herkes için adalet’. Adalet arayışı içinde de, biraz daha adalete uzanması zor olanları seçmeye çalışıyoruz. Onun için kadınlar, çocuklar diye başladık. Mülteciler de adalete uzanması zor olan, zorluk çeken bir grup. Konuları böyle seçmeye çalışıyoruz. Her kesime adalet dağıtabilmek için o kesimi öne çıkarmak gerekli.
Festivalin adı da ironik, o anlamda özellikle seçtik. Adalet denilince herkesin aklına suç ve ceza geliyor. Hâlbuki adalet sadece bununla sınırlı değil. Tabi onlar da adil olmalı. Adaleti suç ve ona verilecek ceza ile sınırlamamalı. Adaletin herkese eşit dağıtılması için herkese ulaşılabilir olması gerekir. Bilhassa konularımızı bu bağlamda seçmeye çalışıyoruz. Yani zor ulaşanları önceliyoruz.
İKİ DOKUNULMAZ GRUBU BİRARAYA GETİRİYORUZ
Bence festival önemli bir boşluğu dolduruyor. Akademik tartışmaların dışında buna sinemayı ve hatta sergiyi eklemek güzel bir uygulama. Akademik tartışmalar genellikle halktan kopuktur veya halk tarafından böyle bir algı oluşmuştur. Ama sinemayı da bunun içerisine kattığımızda hem halkın ilgisini çekmiş olur hem de akademik çalışmalar sinema aracılığıyla daha güncel bir yolla halka aktarılabilir.
Festivali düzenlendiğimden bu yana geçen dört yılda keşfettiğim bir şey var. Akademinin biraz toplumun üstünde durduğu, bundan da hoşnut olduğunu ve çok dokunulmaz olmayı sevdiğini ve ben daha üstteyim, daha çok şey biliyorum duygusunun iyi geldiğini düşünüyordum. Şunu fark ettim ki; sinemacılar da öyle aslında. Filmleri halk için yapmakla birlikte onlar da kendilerini daha dokunulmaz, daha üstte görüyorlar. Biz de festivalde şunu yapmaya çalışıyoruz: ‘Herkes dokunulabilir’ olsun ve iki dokunulmaz grubu alıp önce birbirlerine dokundurmak, sonra da başkalarının onlara dokunmalarını sağlamak.
Festivalin içeriğe bakıldığında, bahsettiğiniz gibi festivalin adındaki ironiden öte seçilen konu başlıkları çok ironik aslında. Onlar da hem o akademik soğukluğu kıracak, herkes de merak unsuru uyandıracak hem de bu işlerin aslında ne kadar hayatın içerisinde olduğunu gösteren bir tarza sahipler. Mesela göçmenlerle ilgili ‘Göçmenim, doğruyum, çalışkanım ama hala niye sevilmiyorum’ gibi anlamlı ve esprili başlıklar var. Bu başlıklar yapı olarak da ülkemizdeki akademik çalışmalarda çok sık rastlanmayan daha gündelik olanla bağlantı kuran, esprili yaklaşımlar. Bu tarzın akademinin mesafeli ve daha ciddi tarzıyla tezat oluşturabileceğini düşündünüz mü?
Bizim amacımız akademisyenler için bir şey yapmak değil. Akademisyenler için yaptığımız bir sürü kongre var. Bu daha çok akademisyenlerin bilgilerini herkesin anlayacağı şekilde paylaşmasına yönelik bir çalışma. Dolayısıyla başlıklar da herkesin anlayabileceği başlıklardan seçilmeye çalışıldı. Biz aslında amatörüz. Biz üniversitedeyiz ve hiçbirimizin asıl işi değil bu. Ne benim ne festival başkanının ne de asistanlar ve öğrencilerimizin işi değil. Herkes bunu gönüllü ve ek iş olarak yapıyor. Ben buna ‘Her yıl kumbara da insan biriktirmek’ diyorum. Her yıl kumbaraya yeni birilerini koymaya başladık. Mesela ilk yıl davet ettiğimiz Zeki Demirkubuz, Ahmet Ümit bizim gönüllümüz oldular. Geçen sene jüri üyemiz olan Derviş Zaim bu yıl gönüllümüz oldu. Bir yıl jüriye davet ettiğimiz Korhan Bozkurt, sonraki yıllarda bütün tanıtım filmlerimizi çekti ve bizimle devam etti. Bu arada festival sürecini de öğreniyoruz. Her yıl daha fazla insana nasıl ulaşırız diye düşünüyoruz. Akademik kısmını yapmak çok kolay, o bizim çok iyi bildiğimiz bir sistem ama film kısmında bizim dışımızda birilerinden fikir alarak ilerliyoruz. Mesela önümüzdeki sene üniversitedeki salonları da kullanmayı düşünmüyoruz. Yani akademiyi kullanmayıp, bunları da sinema salonlarına taşımayı düşünüyoruz. Tabi bu biraz da bütçe meselesi. O konuda sıkıntımız var. Festivali üniversite yaptığı için sponsor bulmakta zorlanıyoruz. Ayrıca bu tür projelere çok yardım yapmayı ve vergiden düşmeyi seven şirketlerin de, suç ve ceza kavramından ürktüklerini ve orada isimlerinin olmasını istemediklerini gördük.
SİNEMA VE HUKUK İKİ BÜYÜLÜ AYNA
Temaları seçerken suç ve ceza ile bağlantılı olması öncelikli kriteriniz mi?
Temelde adalet duygusunu gözeterek belirliyoruz. Adalet her şeyde var. İçine her şeyi yerleştirebilirsiniz. Aşkta da adalet var, komşu ilişkinizde de adalet aranmalı. Savaşta da adalet var, günlük yaşantınızda da satışta da. Suç ve ceza denilince daha hukuksal çerçeve içinde kalıyorsunuz ama daha hayatla bağlantılı düşünmeli. Amerikalı ünlü bir yargıçın şöyle bir sözü var: “Hukuk aslında toplumu yansıtan büyülü bir aynadır.” Yani hukuk toplum için konuluyor. Sinemanın da bir çeşit tarifi o. Sinemada aslında bizim yaşamımızı bize gösteriyor. Gözümüzden kaçırdığımız şeyleri bize gösteriyor. O da yaşamın bir aynası, o da büyülü bir ayna. İki büyülü aynayı yan yana getirip büyüyü arttırma amacımız. Toplum olmazsa hukuk da olmaz.
‘Sanat toplum için mi yapılmalı’ sinemada hatta sanatta da devamlı tartışılan bir sorudur. Hukukla bu anlamda benzerlikleri var.
Dün bu nedenle bağlantılı olan bir panel yaptık. Yönetmenler, senaryo yazarları ve sinema eleştirmenleri katıldı. Panelin konusu ‘Türk Sineması adaleti nasıl kavrıyor?’. Bizim dört yıldır en büyük sıkıntımız film seçerken yaşadıklarımız. Yönetmeliğimiz var; yeni film olacak, son iki yıla ait olacak. Dört yıldır seçtiğimiz filmler de adaletle ilgili olsun dedik. Nasıl bir adalet olduğu önemli değil ama adalet duygusunu yansıtsın istedik. İki şey zorladı bizi. İlki, Türkiye’den film gelmesi sıkıntı çünkü Türkiye’de adalet kavramı ile ilgili film çok az yapılıyor. Özellikle son yıllarda filmler daha komedi ağırlıklı. Aslında komedinin içinde de adalet var ama bize bir başvuru olmuyor. Onun bir takım nedenleri olduğunu öğrendik. Örneğin Adana ve Antalya’da daha kolay ve maddi olarak fazla ödül verilmesi gibi. Amacımız daha fazla Türk filmine ulaşmak. İkinci fark ettiğimiz hususta, her yıl biz yabancı şirketlere ve yapımcılara uzun uzun açıklama yazıyoruz; şu konularda filmler istiyoruz diye. Konu adalet kavramı olunca, insanlar maalesef polis ve mahkeme düşüncesinde sıkışmış. Cinayet filmi, dedektif filmi, mahkeme filmi olunca adalet bitmiştir gibi bir algı var. O nedenle bunu tartışmak istedik. Sinemacılar adaleti ne olarak, nasıl algılıyorlar diye. Aslında sinemanın şöyle de bir özelliği var; bütün araştırmalar gösteriyor ki, sinema toplumu yansıtıyor ama bir yandan toplumun algılarını da değiştirebilen, toplumun algısının oluşmasını sağlayabilen bir araç. Hatta birçok egemen güçlerin, ülke idarecilerinin bu anlamda kültürü oluşturmak ve bazen baskı unsuru olarak da sinemayı fikir ve ideoloji olarak da kullandığını görüyoruz. Dolayısıyla insanlar sinemadaki fikirlerini oradan getiriyorlar. Dün Tunca Arslan doğru bir şey söyledi, hukukçu bir geçmişi olması nedeniyle; bir sürü mahkeme filmi yapılıyor ama bizim sinemacılarımız hiç danışmanlık almadığı gibi terimleri de yanlış kullandığından insanların aklında tamamen gerçekmiş imajı kalıyor. Mesela Türk filmlerinde polis sizi tutukluyorum diyor ama polisin tutuklama yetkisi yok. Hâlbuki yetki hâkimdedir. Amerikan filmlerinden dolayı herkesin şöyle bir düşüncesi var; polis gözaltına alır ve alırken haklarınızı okur. Türk filmleri için kimse böyle bir şey hatırlamıyor. Adaletin eski filmlerde işlendiğini hatta bazı komedi filmlerinde Kibar Feyzo’da ve yine Susuz Yaz’da ele alındığını görebiliriz.
Ayrıca Türk sinemasında eskiden beri olan ve dünya sinemasında artan oranda işlenen ‘intikam adalet midir’ tartışması da önemli. Başına kötü bir olay gelen eline silah alıp kendi adaletini sağlıyor. Seyirci de onu alkışlıyor. Onun adam öldürmesini, suç işlemesini onaylıyor kahraman olduğu için. Ama intikam gerçekten adalet midir? Tartışılması gereken bir şey çünkü bu bir adalet değil.
Festivalde konulara baktığımızda hayatın ne kadar içinde olduğunu görüyoruz. Aslında göç olgusunun sınırlarını tartışan, ne kadar geniş bir alanı kapsadığını da gösteren bir çalışma yapıyorsunuz. Panel başlıklarından anlaşıldığı üzere, birçok dünya ülkesinin yaşadığı göç sorununu yatırıyorsunuz.
Göç olgusu bu son Suriye olaylarına kadar çok fazla ülke gündemimizde yer almıyordu. Türkiye, göç ve mültecilikle Osmanlıdan beri çok iç içe yaşayan bir ülke. Cumhuriyet döneminde mübadele yoluyla, daha sonra Körfez Savaşı zamanında ve son olarak Afganistan’dan gelenler oldu. Ama hiç bu kadar gündemimize gelmemişti. Göç filmlerine baktığımızda belli bir dönem Almancılar teması Türk sinemasında yer almış, sonra da daha çok iç göçe yönelmişiz. Göç deyince insanların aklına omzuna yorganını alıp köyden kente gelen adam gelmiş. Hâlbuki, Türkiye hem dışa göç veren hem de bolca mülteci alan bir grup. Ama farkında değil. Sinemada farkında değil. Mesela bir Filipin filmi var, İsrail’e gidip çocuk bakmak ve yaşlı hasta bakmak için çalışan Filipinlilerle ilgili bir film. O filmi festival komitesi olarak Türkiye’den seyreden herkes aynı şeyi düşündü. Son on yıldır hem eski Sovyet Cumhuriyetleri’nden hem de Filipinler’den aynı koşullarda buraya çocuk bakımı ve ev işi için gelen bir sürü kadın var. Yaşanan müthiş dramlar var. Kendi ailelerini uzaklarda bırakıp, çalışmaya geliyorlar. Biz onlarla ilgili hiç film çekmemişiz. Biz o kadınlar konusunda Rus nataşa düşüncesinin dışına çıkarmamışız. Bunlardan müthiş senaryolar çıkabilir. O Filipin filmi böyle bir senaryo ile çekilmiş. Algı ile de ilgili bir şey. Neyin öykü olduğuna ilişkin de bir süreç.
Uluslarası alanda çok önemli kişiler festivalinize katılıyor. Kendi ülke sorunları burada masaya yatırıyorlar. Göç denildiğinde aklımıza genellikle Orta Avrupa veya Amerika gelir. Fakat siz demokrasinin ve hümanizmanın örnek ülkeleri olarak görülen İsveç ve Belçika gibi ülkeler üzerine bir Avrupa güzellemesi yapmak yerine, onların da yoğun olarak yaşadığı, çok göze gözükmeyen göç sorunlarını da bizzat o ülkelerden gelen akademisyenler aracılığıyla gündeme getiriyorsunuz. Bunun çok değerli olduğunu düşünüyorum.
İlk yıl temamız darbelerdi ve darbelerden bahsediyorsanız Belçika veya İsviçre konuşması önemli değil orada. Biz o zaman Şili’yi Arjantin’i getirdik. İspanya’yı getirdik. İlk yıl burada darbeler konuşulurken, Amerikalı hukukçular gerçekten başka darbeleri Amerikalıların nasıl körüklediğini sansürsüz anlattılar. Aynı şekilde gelen konuşmacılarımız ülkelerinde yaşanılan bilinmeyenleri, sıkıntıları açık bir dille burada ortaya koyarak çok değerli bir şey yapıyorlar.
Göç dediğimiz zaman tabii ki burada Güney Amerika olacak, Afrika’nın temsili olacak. Tabii ki burada Hindistan, Afganistan, Filistin olacak. Mesela sadece bir panelimiz Filistin’e ilişkin. Çünkü onlar doğdukları an göçmen oluyorlar.
Film seçimlerinde nasıl bir yol izliyorsunuz? Dünyanın birçok ülkesinden filmler görüyoruz seçkinizde.
Her yıl 300 kadar film festivale başvuruyor. İlk elemede hem seçilen konu ile hem de o yılın temasına uygun mu diye bakıyoruz. Mesela aksiyon, dedektiflik filmlerini biz adalet filmleri olarak almıyoruz, onları aldığımız zaman bu işin sonu yok. İlk ayrımı böyle yapıyoruz. Sonra seçici kurul oturuyor, o gelen filmleri daha çok sinema tekniği, ışık, kalite açısından değerlendiriyor, ona göre de gösterim yapacağımız filmleri seçiyoruz. Bunlar yanında yarışma filmlerini de şartnameye uygunluğuna göre seçiyoruz.
Bunu yaparken güncelliği de yakalıyorsunuz. Festivale başvuru konusunda bahsettiğiniz gibi son iki yıla ait olma özelliği arıyorsunuz. Bir de sinema, son yıllarda akademik çalışmalarda eskiye nazaran kendisine daha çok yer verilen, karşılaştırmalı uygulamalarda yararlanılan bir konuma yerleşti. Siz de belgesel ve kurmaca uzun metraj yanında kısa film ve animasyona da yer veriyorsunuz seçkinizde.
Evet belgesellerimiz de var. Yönetmenleri de geliyor ve filmi beraber analiz ediyoruz hatta. Gerek belgeseller gerekse kurmaca yapımlar üzerinden süreçleri daha somut bir şekilde tartışmaya çalışıyoruz.
Söyleşi: Zehra Ayçiçek-Murat Ata
Fotoğraflar: Murat Ata