“Tutku, İrade ve yargıları aşan güçlü bir coşku, ihtiras, aşırı düşkünlük” sözlük tutku kelimesini böyle açıklıyor.
Bu coşkunluk hali, insanın en karmaşık ve karanlık taraflarını gün yüzüne çıkardığı için de birçok edebiyat eserine ve tabii sinema sanatına da iyi bir malzeme sunuyor. Bu yıl izlediğim en etkileyici filmlerden biri olan Whiplash de başarılı olmaya tutku ile bağlı bir gençle, müziğe tutku ile bağlı bir hoca arasındaki çatışma üzerine kurmuş hikayesini. Whiplash filminin Amerikalı genç yönetmeni Damien Chazelle, katıldığı festivallerden de geçer not alarak ‘umut vaat eden’ yönetmenler arasına yazdırıyor adını. Film, Sundance’te ödül aldı ve Cannes Film Festivali’nde Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde gösterildi. Ülkemizde ise ilk olarak Adana Altın Koza Film Festivali’nde izleyiciyle buluştu ve ardından 2014 Filmekimi programında yer aldı. Ocak ayı içinde de vizyonda seyirci karşısına çıktı.
Whiplash konu olarak çok basit bir hikayeden yola çıkıyor. Acımasız bir caz ustasıyla genç ve ihtiraslı davul öğrencisi Andrew’in yolları bir konservatuar odasında kesişiyor. Hırs ve tutku ile müziğe ve başarılı olmaya kendisini adamış bu iki karakter arasında adrenalin dozu hiç düşmeyen, gerilimi yüksek bir çatışma, filmin finaline kadar sürüyor. Andrew’in içindeki başarma tutkusu, kendisine ‘efsane bir müzisyen’ yetiştirmeyi hedef olarak seçmiş hoca Terence Fletcher’ın kendine has eğitim metodunun da etkisiyle açığa çıkıyor. Film boyunca Fletcher, Andrew’de kıvılcımını gördüğü bu tutkuyu bir aleve çevirmek için elinden geleni yapıyor.
İnsanın fiziksel ya da düşünsel olarak sınırı nedir? İnsan bu sınırı nasıl aşar? Bu sorular kadim sorulardır. İnsan var olduğundan bu yana bu sınırı zorlamanın ve aşmanın yollarını arıyor. Bütün kültürün, sanatın, sporun ve de teknolojinin bu sorudan mütevellit olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Sınırları aşmak, acılı bir yolculuğu göze almaktır. Bu acılı yolculukta gözümüzü karartan, bize aşılmaz dağları aşılır kılan tek şey ise ‘tutku’dur. Arzulama şiddetimiz, kavuşma olasılığımızı belirler. Whiplash filmi, değerini bu kadim mevzuların peşine düşmesinden, sıradan ve alışık olduğumuz bir hikayeden, bizi felsefi bir düşünüşe yönlendirmesinden alıyor. Bunu yaparken de monoton ve öğreten bir tavır yerine ‘vasat’ bir sinema izleyicisinin bile izlemekten keyif alacağı bir seyirlik sunmayı tercih ediyor. Ve bu tercih filmin katmanlı bir yapı kurmasına da imkan sağlıyor aynı zamanda.
Fletcher, vasata tahammülü olmayan bir karakter. Bu sebeple oluşturduğu koroda en başarılı öğrencileri istiyor. Ve insanın pohpohlanarak başaramayacağını, kabuğu kırmanın tek yolunun sertlik olduğunu savunuyor. Bu söylemi ile modern eğitimin tam karşısında yer alıyor tabii ki. Modern eğitimde küçük adımlar desteklenerek, büyük adımlara vesile olunur. Eğitimcinin görevi, öğrenciyi yüreklendirmek ve yapmaya olan inancını artırmaktır. Fakat genç yönetmen Chazelle, bu sistemi alaşağı eden bir eğitmen modeli ile çıkıyor karşımıza. Filmin en önemli sahnelerden biri olduğunu düşündüğüm, Andrew ile Fletcher’in bar sahnesinde, Fletcher dillerindeki en kötü kelimenin ‘good Job’ olduğunu söyler. Çünkü Fletcher’a göre ‘aferin’ dehaların yetişmesinin önündeki en önemli engeldir. Ve yine bu konuşmada sertliğinin nedenini, kendisi için büyük bir ideale bağlar. Gelecek nesillere bir Lois Armstrong, bir Charlie Parker bırakmak… Bu sertliğin, kişisel bir hırstan kaynaklanmadığını final sahnesinde onaylıyor film. Tüm çatışmalarına rağmen hocanın, öğrencisinin cezp haline, çok önemsediği konseri unutup eşlik edişi, Fletcher’ı hırsın değil müzik aşkının yönlendirdiğinin ispatıdır filmde.
Darren Aronofsky’nin büyüleyici filmi Siyah Kuğu iyi bir balerin olmayı hırsla isteyen bir kadının hikayesini anlatıyordu. Aronofsky gibi usta bir yönetmen, ihtirasın insan denen muamma varlığı nasıl daha da karmaşık hale getirdiğini çarpıcı bir dille anlatmıştı. Whiplash ve Siyah Kuğu filmi, başarma arzusu ile benlikleri sarsılan iki genç sanatçıyı, hikayelerinin merkezine yerleştirmesi açısından benzerlik gösteriyor. Birinde ayakları yara içinde kalana kadar dans eden genç bir balerin, diğerinde elleri kan revan içinde kalana kadar enstrümanını çalan bir genç müzisyen… İkisinde de fiziksel ve ruhsal acıların engel olamadığı bir yola çıkış…
Aronofsky’nin ustalık dönemi eseri sayabileceğimiz Siyah Kuğu’da arzusunun şiddetinden, tüm benliği paramparça olan balerinin hikayesini yine biçimsel olarak da oldukça başarılı bir filmle sunuyordu. Aronofsky filmde insanın karanlık dehlizlerine giriyor, kötülüğü dışarıda değil, içimize doğru arayarak yaratıyordu gerilimi. Whiplash ise gerilimini, iki arzu şiddeti yüksek insanın çatışmasından besliyor. Seyirci filmin sonuna kadar bu gerilimden bir an uzaklaştırılmadan, siyah ve beyazın arasına kurulan sarkaçta bir oyana bir bu yana sallanıyor. Her iki filmin de başarısı, karakterlerin ince bir işçilikle işlenmesinde yatıyor. İki filmin de önermesi aynı: Şiddetli bir arzu, insanı tahrip gücü yüksek bir bomba haline dönüştürür. Ama o hale dönüşmeden vasatın üstüne çıkıp mükemmelin sınırlarına ulaşılmaz.
Filmin iki başrol oyuncusu gösterdikleri performansla oyunculuk dersi veriyorlar neredeyse. Usta oyuncu J.K Simmons bu filmdeki rolüyle bu seneki Altın Küre ‘En iyi Yardımcı Erkek oyuncu’ ödül adayı. Kesinlike filmdeki performansıyla bu ödülü hak ediyor. Genç yaşına rağmen Andrew rolünü üstlenen Milles Teller, usta oyuncunun karşısında ezilmeden rolünün hakkını veriyor. İki oyuncunun yakaladığı uyum ise filmin başarısına katkı sağlayan en önemli unsurlardan biri.
Caz müziğinin bütün enerjisini atmosferine yansıtan film, seyircisine bir müzik ziyafeti de yaşatmış oluyor. Filmden çıktığımda kulaklarımda caz müzik nağmeleri, aklımda savrulan sorular ve yüreğimde bir tutkunun eksikliği vardı. Bir filmin hem zihne hem duyguya bu kadar nüfuz edebilmesi zordur. Whiplash filmi bunu başarıyor ve seyircisini ‘Hiç bu kadar başarmayı istedin mi?’ sorusu ile baş başa bırakıyor filmin bitiminde.