Bir tarafta idealleri uğrunda ilerlerken hayatı yaşamayı unutmuş emekli bir öğretmen, diğer tarafta ise hayatın sillesini yemiş genç ve güzel bir kadın. Birbirinden tamamen zıt bu ikilinin tesadüf eseri yollarının kesişmesi, karşılarına çıkan tüm zorluklara beraber göğüs germelerine neden olur. Gönül Yarası, toplumu iyi analiz etmiş, matematiğini doğru kurmuş bir hikâye. Yavuz Turgul – Şener Şen işbirliğinin Eşkıya’dan sonraki ilk halkası olan film, hikâyesi ve vuruculuğu dışında oyunculukları ile de göz doldurmayı başarıyor. Başrollerinde Şener Şen, Meltem Cumbul, Timuçun Esen ve Sümer Tilmaç’ın yer aldığı film Yavuz Turgul’un eşsiz anlatısıyla değer kazanıyor.
Yıllardır Anadolu’nun ücra köylerinde öğretmenlik yapmış, kendi değimiyle hayatta görülebilecek her türlü kötülüğü görmüş, Halk Partili öğretmen babanın, öğretmen oğlu Nazım (Şener Şen) için emekli olma vakti gelmiştir. Nazım, öğretmenlik günlerini geride bırakıp, çocukluk günlerinin geçtiği Samatya’ya geri döner. Ancak emekli ikramiyesi bağlanana kadar bir iş yapmak zorundadır. Yakın dostu Atakan’ın (Sümer Tilmaç), taksicilik teklifi Nazım’a da cazip gelir. Artık o geceleri İstanbul’da direksiyon sallayan bir taksi şoförüdür. Bir gece pavyonda çalışan Dünya (Meltem Cumbul) ile yolunun kesişmesi ise onu tarifi mümkünsüz duyguların ortasına bırakacaktır. Hayatta yaşanabilecek her duyguyu, her olayı yaşadığını düşünen Nazım, artık bilinmezin tam ortasındandır. Dünya’ya takıntılı eski kocası Halil’in (Timuçin Esen) devreye girmesi ile de olaylar iyice içinde çıkılmaz bir hal alır. Nazım bir yandan mahalle baskısına karşı göğüs germeli bir yanda da yaşadığı durumu isimlendirmek durumundadır. Ancak bu tahmin ettiğinden de zor olacaktır…
Yavuz Turgul’un yönetmen olarak arz-ı endam ettiği Gönül Yarası, birçok farklı duyguyu tattıran bir hikâye. Film henüz ilk dakikasında, eğitim ve taşra yaşamı ile ilgili her dönemin Türkiye’sine dokunan mesajlarıyla selamlar izleyenleri. Ancak bu; sadece başlangıç sekansıdır. Filmin bizi alıp götüreceği noktalar ise bambaşkadır. Hikâye, Nazım’ın yıllardır Anadolu’da iyice küçülmüş olan dünyasının, İstanbul’a ayak basmasıyla birlikte büyümesine odaklanır. Artık o idealist öğretmen rafa kalkmış, koca şehrin keşmekeşine göğüs germek durumunda kalan, dirayetli bir adam gelmiştir. Onu güçlendiren, zorluklara göğüs gerdiren ise Dünya olacaktır. Emekli bir öğretmen ile pavyonda şarkı söyleyen bir kadın. Kulağa gelen tınısı bile alışılmışın dışında olan bu ikiliyi, Yavuz Turgul hikâyeye öylesine büyük bir uyum içerisinde monte ediyor ki bu da filmin vuruculuğunu hissedilir kılıyor. Bir tarafta sığınacak bir liman arayan, hayatın neredeyse tüm çilesini sırtına yüklemiş bir kadın diğer tarafta ise idealleri için duygularını kalbine gömen bir adam. En başta, bir baba-kız ilişkisi gibi resmedilen bu durum aslında, hayatlarındaki eksiliği birbirleriyle doldurmaya çalışan iki insanın birbirine sıkı sıkıya sarılmasından ibaret. Nazım, Dünya’nın hayat enerjisi sayesinde tekrardan yaşama tutunurken, Dünya ise belki de ilk defa tanıklık ettiği bu naiflik ve merhamet duygusu karşısında adeta insanlığın güzel tarafı ile tanışıyordu. Neredeyse hiç bilmedikleri bu duyguları keşfettikleri noktadan sonra artık Nazım ve Dünya ayrılmaz bir bütün haline gelmiştir. Ancak önlerinde bir engel vardı. O da toplumuzun kara deliği olan; mahalle baskısı. Özellikle Nazım’ın tüm çevresi tarafından eleştirilmesi, üstü kapalı bir şekilde dile getirilen, “Pavyon kadınından ev hanımı mı olur?” söylemi, böylesine naif bir adamı her defasında derinden yaralar. Bu yaralama bir noktadan sonra da Nazım’ım kendini sorgulamasına sebep olur. Acaba yaptığı doğru muydu? Dünya’ya kızım diye hitap etmesine karşın acaba ona karşı farklı bir duygu mu besliyordu? Filmin başarısını da bu noktaya borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Nazım’ın yaşadığı duygu karmaşası, başta Şener Şen’in usta oyunculuğu ile karşı tarafa o kadar net bir biçimde aktarılıyor ki izleyenler kendini bu bilinmezin içine bırakmaktan geri kalamıyor. Olaya Dünya’nın gözünden bakacak olursak, kızının balkonda saçlarını taradığı sırada sar ettiği cümle aslında onun açısından filmin kilit cümlesi. “Yakışıklılık, güzellik geçicidir, önemli olan şefkattir, merhamettir bence erkekte yiğitlik budur, ben bunu çok geç anladım…”
Filmin ana başlıklarından biri olan mahalle baskısı konusuna daha ayrıntılı bir biçimde değinmekte yarar var. Dünya’nın Samatya’ya adım attığı ilk anda başlayan bu durum, filmin sonuna kadar Nazım’ın peşini bırakmayacaktır. Ama neden? Kendi hayatlarının dışındakilere müdahil olma hakkını insanlara kim veriyor? Atakan, Nazım’ın en yakın arkadaşı olarak, Mehmet ve Piraye çocukları olarak; yer yer saygı çerçevesinde yer yer ise terbiye sınırlarını zorlayarak Nazım’ın hayatına müdahil olma hakkını kendilerinde bulurlar. Hatta Eczacı Berrin bile, her karşılaşmalarında ince ince dokundurur Nazım’a. Ancak herkesin es geçtiği, belki de insanların kendilerine itiraf edemedikleri bir kilit nokta var. Bu hayat Nazım’ın! Bu yaşına kadar iyi kötü kendi doğrularıyla gelmiş bir adamın, çevresinden gelen baskılar yüzünden yılması beklenemezdi. Ancak bir noktadan sonra kafasını karıştırmaya yetebilirdi. Keza üstüne gelen bu denli baskılardan sonra Nazım’ın Dünya’ya olan yaklaşımı kısmen değişecekti. O bir anda Dünya’yı kendinden uzaklaştırarak, aslında onunla birlikte yeniden doğan hayat enerjisini de rafa kaldıracaktı. Peki, doğru olan bu muydu? Hikayenin bizi götürdüğü noktayı baz alırsak eğer, kendi doğrularımızdan ödün vermememiz gerektiği gerçeği ile bir kez daha karşılaşıyoruz. Bu bazı zorlukları beraberinde getirse bile.
Gönül Yarası’nda tüm karakterlerinin buluştuğu ortak nokta ise acı çekmeye gönüllü olmaları. Nazım’ın filmin sonuna yaklaşırken kızı Piraye’ye attığı tirat, bunu en net şekilde ortaya çıkaran durum. O, tüm hayatı boyunca öğrencilerinin peşinden giderken yaşamayı, mutlu olmayı unutmuş bir adam. Onun bu tavrı, kendisi başta olmak üzere çevresine de birçok zarar vermiştir. Başta kızı Piraye olmak üzere. Ancak Piraye bunu yenmek için hiçbir şey yapmaz, o başına gelenlerden ötürü babasını suçlamayı daha doğru bulur ve kendini büyük bir mutsuzluğa hapseder. Bu Piraye’nin hikâyesiydi, ya Nazım’ın oğlu Mehmet? Paranın büyüsüne kendini kaptırmış, babasının ondan uzak duruşuyla aile değerlerini bir kenara koymuş biri. O ne kadar çok kazanırsa kazansın, neden daha fazla kazanamıyorum diye hep kendini yiyip bitirecek bir başka mutsuz. Onlar her durumda, kendi mutsuz dünyasını yaratan bireyler. Acı çekmekten zevk alan insanlar. Tam da bu noktada filmin geneline bakmamız gerekir. İnce ince işlenen karakterler, her birinin ayrı derinliğe sahip olması, aslında bize; Yavuz Turgul senaryolarının neden bu kadar başarılı olduğu gerçeğini açıkça ortaya koyuyor. Evet, Gönül Yarası Nazım ve Dünya’nın hikâyesi. Ancak bu hikâye sadece onların ekseninde ilerlemiyor. Onları odak noktasına alarak herkesin acısına eğiliyor. Bu da her bir bireyin, filmi izlerken kendinden bir parça bulabilmesine olanak sağlıyor. Farklı bakış açıları kazandırıyor. Keza Atakan’ın Halil ile konuştuğu sahnede, “Bu açıdan baktığımızda da arkadaş haklı” söylemi suçlu-suçsuz kavramını betimlerken, bakış açımızın önemini net bir şekilde fark ettiriyor. Filmdeki her bir karakterin gözünden dünyayı görmemize olanak sağlayan Gönül Yarası, acının en naif anlatısı şeklinde ifade edebileceğimiz tarzda bir film.
Yavuz Turgul Anlatısı ve Şener Şen Meselesi
Nazım İstanbul’a ilk geldiğinde, Samatya’nın o meşhur merdivenlerinden aşağı doğru iner. Tam bu sırada göz ucuyla, Şener Şen kendisinin başrolü oynayıp, adeta efsaneleştiği İkinci Bahar dizisindeki kebapçı dükkânına göz ucuyla bakar. Belki Ali Haydar Usta orada değildir ama Nazım herkeste farklı bir duygu yaşatmayı başarmıştır. Filmin televizyon dünyasından aldığı tek referans, İkinci Bahar değil. Nazım ve Atakan’ın dostluğu akıllara Süper Baba dizisinin unutulmaz ikilisi Fiko ve Nihat’ı getiriyor. Süper Baba’da Nihat karakterine can veren Sümer Tilmaç, Gönül Yarası’nda Atakan’a hayat verirken, Nihat’ın tüm enerjisini, arkadaş sevgisini de beraberinde getirmiştir. Yavuz Turgul burada, ekranların fenomen olan işleriyle hikayesini soslar. İyi de neden? Bunu iki farklı şekilde açıklamakta fayda var. Birincisi Turgul, bu yöntemle insanların sevdikleri, aşina oldukları yapımlarla izleyenlerin bam teline dokunmayı amaçlamış. Böylelikle geçmiş günlere duyulan özlem, nispeten giderilecekti. Nitekim bu aşamada başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Ancak olayın bir başka boyutu daha var. Çekilmiş başka işlerden alıntılar yapmak, yapılan işin bağımsızlığını birebir etkiler. Tabi ki de Samatya’da başka diziler ve filmler çekilmeli, oranın sinematografik tarafı ekrana yansıtılmalı. Ancak Şener Şen henüz İkinci Bahar’ın üstüne başka bir iş yapmamışken, yaptığı ilk işte tekrar onu Samatya’da görmemiz neden? Bu da aslında açıklanması gereken ikinci noktaya temas ediyor. Yavuz Turgul’un, filmin beğenilmemesine önlem olarak, böyle bir lezzetlendirme yöntemine başvurduğu açıkça belli oluyor.
Gelelim Yavuz Turgul-Şener Şen ikilisinin uyumuna. Turgul’un filmografisine baktığımız zaman, yönetmenlik koltuğunda oturduğu ilk film olan Fahriye Abla dışında hep Şener Şen ile birlikte çalıştığını görüyoruz. Şüphesiz bunun altında yatan birincil faktör aralarındaki sıkı dostluk. Keza ikilinin elinden çıkan eserlerin de sinemamızın en değerli ürünleri arasında olduğunu söylemekte yarar var. Ancak olaya tersten baktığımızda Şener Şen’in de uzun zamandır Yavuz Turgul’un elinin değmediği bir işe girmediğini görüyoruz. Bu da aslında sinemamızın en iyi kalemlerinden olan Yavuz Turgul’u ve tarihin en iyi oyuncularından Şener Şen ile daha az bir araya gelmemize neden oluyor. Bu ikiliyi bir pastaya benzetebiliriz. İnsanların doymaya başladıkları anda, tam yeri ve zamanında servis edilen bir pasta. Belki zamanından önce önümüze gelse, bu denli leziz olmayacak. Ancak pasta o kadar lezzetli ki, yiyenler bir anda tüm yemekleri, servis ediliş sırasını unutup pastanın o devasa tadına odaklanıveriyorlar. Bu da o pastayı, her şeyden önce o masada görme isteğini doğuruyor. İşte tam bu noktada Eşkıya ile ortada çıta dahi bırakmamış bu ikilinin film yapmak için dokuz yıl beklemesi homurdanmaları beraberinde getiriyor. Keza Gönül Yarası’ndan sonra Şener Şen’i beyazperde de gördüğümüz film sayısı 2. Aradan 11 yıl geçmiş olmasına rağmen. Bu da her zaman akıllara şu soruyu getirecek. Doğru proje için, unutulmaya yüz tutmuş olmak mı gerekiyor?
Gönül Yarası, oyunculuk anlamında ders niteliğinde okutulacak bir film. Şener Şen’in ne denli büyük bir usta olduğu zaten su götürmez bir gerçek. Ancak onunla oynamanın vermiş olduğu özgüvenle, başta Timuçin Esen ve Meltum Cumbul olmak üzere herkesin döktürdüğüne tanıklık ediyoruz. 2003 yapımı Gurbet Kadını dizisinde, Timuçin Esen ile iyi bir ikili oluşturan Meltem Cumbul’un aynı uyumu Gönül Yarası’na da taşıdığını görüyoruz. Timuçin Esen’in yer yer deli dolu, yer yer ise yaptıklarından pişmanlık duyan tavrı, adeta duygu iniş çıkışlarını hayattan bir parçaymışçasına aktarıyor. Meltem Cumbul’un Dünya ile yakaladığı uyum, her şeye rağmen hayatta dik durabilmeyi başaran, güçlü bir kadın portresine yardımcı oluyor. Şüphesiz bu noktada Yavuz Turgul’un oyuncu yönetimindeki başarısına da parantez açmamız gerekir. Filmde hiçbir oyuncunun belli bir düzeyin altına düşmemesi, izleyenlerin ince noktalarına dokunabilmesi filmin duygu yüklü tarafının daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmasına yarar sağlıyor.
Yavuz Turgul – Şener Şen birlikteliğinin en naif filmlerinden biri olan Gönül Yarası, insani ilişkilere yaklaşımı ve hiç beklenmedik anlarda gelen vuruculuğu ile seyir zevki yüksek bir iş olarak öne çıkıyor. Özellikle filmin finaline izleyenlerin ince ince hazırlanması, Yavuz Turgul’un dâhiyane senaryo yeteneğini bir kez daha ortaya koyuyor. Çekilen her bir sekansın kendi içinde anlam taşıdığı film, ilk dakikasından itibaren boğazda bir yumru oluyor ve duygu yoğunluğunu finale kadar taşımayı başarıyor. Oyunculuğa başlamadan önce köy öğretmeni olan Şener Şen’in geçmişine de göndermelerde bulunduğu film, bir kez daha büyük ustanın önünde saygıyla eğilmemize de vesile oluyor…
Polat Öziş yazdı.