Coen biraderlerin son filmi, Berlin Film Festivali’nden sonra, dünya çapındaki ilk gösterimlerinden birini bu sene İstanbul Film Festivalinde yaptı. Bir Hollywood yapımı olarak Hollywood taşlaması yapan film, Coenlerin bilindik kara mizahını içeriyor. Fakat bu sefer sinemanın, yaşayan en iyi hikaye anlatıcılarından olan kardeşler, dağıttığı hikayeyi finalde toparlamakta zorluk yaşıyor. Bol karakterlerle çok doğrultuda ilerlemeye çalışan film, bütün olmaktan çıkıp artarda dizilmiş skeçlere dönüyor.
Hollywood’un arka planındaki acizliğini göstermeye çalışan bir filmin yine Hollywood’dan çıkması ironik. Tabi ki alanında bir ilk değil. Hollywood, o kadar görkemli ve büyük bir yapı ki onu eleştiri hakkını bile kendisinden başkasına bırakmıyor. Bu durum ilk görüşte “bilinçlenen ve ders alan” Hollywood imajı yaratsa da al yapısında kibirden başka bir şeyi barındırmıyor. Ancak içinde barındırdığı kibri, insanlara göstermiyor. Hatta “ders alan” halini bile fark ettirmiyor. Sadece kazanç sağlıyor. Hatasını bile pazarlayıp, onu kazanca dönüştürebilen olağanüstü bir sistem var karşınızda. Zaten böyle bir yapıya karşı gerçekten eleştiri getirmek için kolları sıvayan bir film, onun büyüklüğü altında ezilmeye mahkum olacaktır. Hollywood’un büyük kütlesi altında kalan “Hail Caesar”ın durumu ise bu olgudan biraz daha farklı. Çünkü onun çaresizliği, sisteme karşı olan söyleminden değil, kendi tercihlerinden kaynaklanıyor.
Hail Caesar, 1950’lerin sonunda tür sinemasının Hollywood’u öbek öbek esir aldığı bir dönemde, sorumlu yapımcı ya da “iş bitirici” olarak Türkçeye çevirebileceğimiz bir yapım görevlisinin, aynı anda 3-4 filmin yapımıyla ilgilendiği bir zamanı konu ediniyor. Tabi haliyle bu adamın işi başından aşkındır. Yapım şirketinin başında bulunan patrona hesap mı versin, laubali, yeteneksiz veya kaprisli oyuncuların derdi mi çeksin, medyanın çapraz ateşinden mi kurtulsun yoksa filmlerin hatasız olmasına mı özen göstersin. Bu arada da kendisinin bir insan olduğunu ve şahsi problemlerinin de olabileceğini hesaba katmıyoruz. Bir yapımcının işi kutsaldır, hele ki Hollywood’da. Seyircilerin böyle bir filmden beklentisi, ele aldığı dönemi belli bir doğrultuda aktarması olurdu. Fakat Hail Caesar, dönemin Hollywood’unu ve ona bağlı her mecrayı bütün biçimde değerlendirmeye çalışarak iddialı bir tercih yapıyor. Yukarıda, yapımcının alelade sıraladığımız dertlerinin bir bu kadarını daha filmin içinde görüyoruz. Konu yelpazesini böylesine geniş tutan bir film büyük bir yapım olmaya adaydır. Sıkışık hikayelerden hoşlanmayan seyirciler içinse bu durum, gayet heyecan verici ve eğlenceli olabilirdi. Evet, ne yazık ki olabilirdi diyorum. Çünkü açılan geniş yelpaze film sonunda kapanamıyor. Böylece her şeye bulaşmak isteyen film, sonunda hiçbir şeyi bitiremeden noktalanıyor. Burada sözünü ettiğimiz “hatalı yön” filmin geniş hikayesi değil. Bir filmi değerlendirirken onun “yanlış hikaye” seçtiği söylemek, şahsi yorumumuzdan fazlası olamaz. Amacımız, tercih edilenlerin, sinematografiye nasıl döküldüğü ile ilgili olmalı.
Ana hikayenin veya yan hikayenin kesin hatlarının belirlenmemiş olması, filmleri daha bütün olarak algılamamızı sağlar. Belli yan hikayeler, filmin ana odağının çok dışında kalırlarsa orada senaryo kaynaklı bir hatadan söz edebiliriz. Fakat bu bilgiler dahilinde Hail Caesar’a baktığımızda işler karışıyor. Çünkü hangi hikayenin ana hikaye olduğunu bile belirmek çok güç. Yumuşak ayrımların olmasının öneminden bahsetmiştik fakat burada bir ayrımdan çok ayrımsızlık göze çarpıyor. Yapımcının dönem içindeki her macerası işlenmeye çalışırken bu adamın filmin bütünlüğü içinde, gerçekten ne yaptığı belirsiz bir hal alıyor. Bir yandan da bu karmaşık halin yapımcının zihni ile özdeşleştiğini söyleyebiliriz. Çünkü film içinde bir yanda yaptığı işe karşı inançsızlığı varken bir yandan da işine dört kolla sarılıyor.
Türe indirgenen sinemamalar, kendi içindeki canlı ve cansız tüm figürleri de tek tip hale büründürüyor. Hollywood’un her alanından filmin içine sokulan karakterler, hem bu basmakalıp özellikleri betimlerken hem de dönemin genel yapısını da seyirciye aktarıyor. Çok yönlülüğü ile bu tek doğrultulu figürler arasında koşan yapımcı, filmin kısa hikayesine tüm bir dönemi katmaya çalışan yönetmenlerin, içsel çaresizliklerinin bilinç dışı bir tezahürü konumuna geçiyor. Bu arada onlara, bu tercihlerinin sonucu olarak ortaya çıkartmaları gereken “iyi film” baskısı, kendileri ile beraber yarattıkları yapımcının da en büyük belası oluyor. Dört bir yandan yapımcının işine saldıran düşmanlar, hem ortaya çıkacak eseri yıpratmaya çalışıyor hem de yapımcının işine karşı inançsızlaşmasını neden oluyor. Bu sorgulama işi de yine çok farklı kollardan yapımcıya dikte ediliyor. Amerika’nın muhafazakar sosyal yapısı ve kapitalist ekonomik düzeni, bu diktenin başını çekiyor. Hatta bu düzenin işgüzar elemanları, yapılan işi kendi istediği forma getirmek için yer yer küstahlaşıyorlar. Hatta kendilerine söz verildiğinde, ciddiyetsiz olarak yaftaladığı sektörü, uyduruk yorumlarıyla karalamaya çalışıyorlar. Sabun köpüğü olarak nitelenen filmler, onlar için boş uğraştan öte değildir. Yapımcı da bu durum tabi ki farkındadır. Zaten çözemediği sıkıntıları, restoranda veya kilisede yaptığı günah çıkarma ritüelleriyle ortaya dökmesi de bu yüzdendir. Filmin hikayesi her ne kadar genel bağlamda bir yere oturmasa da finalde, yapımcının kendini buluşu daha doğrusu inanca kavuşması filmi, bütünsellikten tamamen ayrıksı olmaktan kurtarıyor.
Filmin, yan olmaktan taşıp ana odağın içine, onu dağıtacak biçimde nüfuz eden yan hikayelerine göz atmakta fayda var. Dönemsel argümanı ve atmosferi yaratmak için çok etkin bir rol oynayan yan hikayeler, rollerini biraz büyütüyorlar. Yapımcının öyküsüne destek çıkmak yerine yer yer onun üzerine inşa edilenin üzerine çıkıyorlar. Ele aldığı dönem dahilinde hepsi, bir amaca hizmet etse de birbirleriyle olan ilişkileri eksik kuruluyor. Bu da yan hikayelerin, filmden kopuk bir hal almasına neden oluyor. Ana hikayeye ne zaman girip ne zaman çıktığı fark edilmeyen olaylar ve karakterler, film içinde gedikler oluşturuyor. Neticede finale gelindiğinde alelacele bağlanmış bir son, birçok izleyici için tatmin edici olmuyor. Fakat 35. İstanbul Film Festivali’nde, salondan çıkan sözde art-house yapımlara alışkın seyirci için bu durum bir sorun teşkil etmiyor. Ne de olsa bir çoğu en son ne zaman bir filmin sonunu gördüğünü hatırlamıyordur. Dipnot olarak belirtelim, ticari ya da bağımsız fark etmez, yaratılan bir eserin muhatabını ektin kılmak ile eseri tamamlayamamak arasında fark vardır.
Hail Caesar, ne yazık ki bütünlüğünü yarım yamalak tutturarak, Coenlerin mizahı içinde, kendine vasat olarak yer buluyor. Her ne kadar, “Coen Kardeşlerin son harikası” olarak tanıtılsa da ne yazık ki bu harikalıktan biraz yoksun. Şişirdikleri hikayeyi, ellerinden kaçıran yönetmenler yine de “Bir Coen Biraderler” filmini seyircilerle buluşturuyor. Her ne kadar beklenilenin altında olsa da kendi sinemalarına özgü elemanları film içinde görüyoruz. Coen hayranı olsun olmasın, birçok kimse bu filmin “iyi film” olmasını beklerdi. Kim bilir, belki de Hail Caesar’ın yapımcısının üzerinde dolaşan baskı bulutlarını, Coenler için de biz oluşturuyoruzdur.
Ahmet Toğaç yazdı.