Yugoslavya’nın ve Sovyetlerin dağılmaya başlamasıyla beraber, 80’lerin sonunda Balkan ülkeleri, büyük bir çalkantının içine girdiler. 20.yy. sonunda görülen bu kanlı savaş, 1995’in sonunda imzalanan Dayton antlaşması ile resmi olarak bitmişti. Bölgeye barış, kağıt üzerinde gelmişti. Fernando León de Aranoa’nın son filmi “A Perfect Day” ise, resmi olarak savaşın bittiği bölgenin, herhangi bir toprak parçasında geçiyor. Giriş sekansında, “1995’te Balkanlarda bir yer” başlığını içeren film, muhakkak ki bu bahsi geçen antlaşmanın sonrasında geçiyordur. Yoksa filmin tarihinin, Balkanlardaki savaşın belki de en kanlı kıyımı olan Srebrenitsa Katliamı ile aynı yıl içinde geçmesini “kötü talih”ten farklı bir biçimde değerlendirmek gerekebilirdi. Zaten bu şekilde de filmin ortaya attığı fikir, zamansal ve mekansal yapısı ile çelişirdi.
İspanyol hikâyeleri ile tanınan fakat bir türlü A kalite festivallerde boy gösteremeyen Fernando León de Aranoa, A Perfect Day ile bu zamana kadarki filmografisinden biraz daha ayrıksı bir film ile seyirci karşısına çıkıyor. 2017 yılında vizyona girmesi tahmin edilen “Escobar” filmi ile de daha büyük yapımlara gözünü diktiği belli oluyor. 2002’de Los Lunes Al Sol (Güneşli Pazartesiler) filmindeki henüz tam ününe kavuşmamış Javier Bardem’i saymazsak, Aranoa, ilk defa bu filmde dünya çapında oyuncular ile çalışma fırsatı buluyor. Dünya sinemasına mal olmuş bir yönetmen olmasa da çektiği ona yakın uzun metrajın verdiği deneyim ile bu oyuncuları çok iyi idare ettiği belli. Bu görüntüsü ile de 45’inden sonra patlayacak bir sinemacının izlenimini uyandırmıyor değil. Kendisini tanıyanların, yönetmenin yabancı dilde çektiği bu ilk filmle, ondaki değişim rüzgarını fark etmemesi işten bile değil.
Terry Gilliam’ın Brazil’indeki “Somewhere in the 20th Century” açılışına, anlam olarak benzer bir açılışa sahip A Perfect Day, yine Brazil gibi ironik bir mutluluk tablosu çiziyor. Hatta film, tarihsel bir olaya dayanmasa belki Brazil gibi dispotik bir evren yaratabilecek konumda. Her ne kadar hikayenin, 1995’in Balkanlarında geçtiği bilinse de film, zaman ve mekanın kesin hatlarını çizmekten uzakta. Bu durum bir dönem filmi için normal şartlarda bir hata olarak yorumlanırdı. Fakat A Perfect Day, bu hatları bilinçli olarak belirgin olmaktan çıkararak onların, kurulan yarı-distopik dünyanın uzamsal gerçekliğine hizmet etmesini sağlıyor. Bir de bunların yanına, var olan ya da barışa yüz tutmuş savaşın, gösterilmeyen nedeni de eklenince, doğa ile ilişik yarı distopik dünya daha da kuvvetleniyor. Brazil’in yeşil dağlık tahayyülü, A Perfect Day’in hakikati oluyor.
Doğa, distopya ve nedeni belirsiz savaş kavramları arasında kurulan ilişkinin girizgâhından sonra sıra, bu kavramlar arasındaki ilişkinin daha belirgin argümanlar ile açıklanmasına geldi. Film, bir savaş kalıntılarının yaşandığı dönemde geçmesine rağmen tüm dünyanın defaatle kullandığı anti-militarist söylemden çok uzakta. Filmin, “anti üzerine anti” tercihi, birçok yapım tarafından klişeleşmiş savaş sözcüklerini bir tarafa bıraktırıyor. Burada, hem yapısal hem dönemsel farklılıkları olsa da Lars von Trier’in Europa’sı (1991), ayrıksı halinin benzerliği sebebiyle akla gelebilecek türden bir yapım. İkinci Dünya Savaşından çıkmış Almanya’nın halini gerçekten yaşayan bir distopya olarak sunan Europa ile bu filmin ortaklığı ise, var olan vahşetin içinde karakterlere yüklenen hayatta kalma içgüdüleri. Tabii bu içgüdü, salt savaş ile ortaya çıkan bir duyu olarak sunulmuyor. Savaş, sadece doğada bulunan hayatta kalma mücadelesinin insanlar arasındaki tezahürü. Doğada hayatta kalma mücadelesi daim oldukça insanların arasındaki savaş da sürecektir. Filmde bir türlü gelmeyen barış ise bunun en net göstergesi oluyor. Bir dönem filmi içindeki –nedeni tarihsel olarak bilinmesine rağmen filmde net açıklanmayan- müphem savaş olgusu ise doğa ile insan arasındaki uyumu işaret ediyor.
Bunca sözden sonra, ilk bakışta şöyle bir ikiliğin akla gelmesi normal, “Madem insanın, savaşta hayatta kalma mücadelesi ile doğada hayatta kalma mücadelesi arasında bir ilişki kuruluyor, o halde neden savaşın yarattığı kuyu sorununu doğa kendi imkânları ile basitçe çözüyor?”. Cevabı üç kelime: Homo “aptal” sapiens. İnsan, canlılar arasında düşünme yetisine sahip, düşündüğü üzerine bile düşünebilen, hatta “cogito ergo sum” diyebilecek kapasitede bir varlıktır. Fakat bu yetisini bazen beceriksizlik üzerine de kullanabilir. Tıpkı filmdeki Birleşmiş Milletler Koruma Gücü’nün (UNPROFOR) yabancı olduğu bir bölgeye barış diye düzensizlik, aksaklık getirmesi gibi. Tekrar eden futbol topu motifi ise, özellikle Nikola’nın topunu sattığı sahnede, kime yardım edeceğini bilemeyen yabancı “yardım elinin” kafa karışıklını net bir biçimde ortaya koyuyor. O yüzden doğayı burada, insanın bazı ahmaklığını çözen bir kontrol mekanizması olarak görmeliyiz. Dönen çarklar içindeki bozuk kısmı tamir eden mühendis doğa, işini tamamladığında tekrardan eski konumuna geri dönüyor. İnsanı, kendi hayatta mücadelesi ile baş başa bırakan doğa fikriyle film, anti-militaristlikten uzak yapısını da vurgulamış oluyor. Savaşı bir hakikat olarak kabul ediyor ve bu hayatta kalma mücadelesinde kimsenin kimseye çikolata dağıtmayacağını gösteriyor. Hayatta kalmak istiyorsan çaba göstereceksin. Uyuşturuculu sosisi yiyip, “eskisinden daha canlı görünmesini” bileceksin. Peki ya harap haldeki bir ev için havlayan köpek ya da kuş uçmaz kervan geçmez yerdeki marketi için bayrağını indirmeyen adam o boş mekanları niye koruyor olabilir ki? Cevabın film içinde direkt olarak var olmasına rağmen, dolaylı yola sapıp, durumun sağlamasını yapmaya çalışalım. George Ovashvili’nin 2014 yapımlı Mısır Adası filmi, benzer bir vatan duygusunu işler. Yaşlı bir adam (İlyas Salman), Gürcistan-Abhazya doğal sınırı arasındaki bir nehirde suların çekilmesi ile ortaya çıkan bir kara parçasını, kışın geçimini sağlayacak olan mısırı yetiştirmek için kullanır. Kimseye ait olmayan ve kışın sular altında kalan bu adacık, hem Gürcistan-Abhazya savaşı hem de kışa dönen kötü hava şartları arasında kalır. Yaşlı adam ise ekinini korumak için her iki koşulla da mücadele etmek zorundadır. Bu mevsimlik boş ada, yaşlı adamın kışı geçirebilmesi için elindeki tek kaynaktır. Başka bir alternatifi yoktur. Şimdi tekrar A Perfect Day’a dönecek olursak, verilen başka film örneği ile marketçinin ve köpeğin motivasyonları daha da anlaşılır olmuştur. İkisinin de gidecek başka vatanları yoktur. Bu sebeple ne pahasına olursa olsun o harabeleri savunmak zorundadırlar. Yoksa doğada kaybolup gideceklerdir.
Film kendine, belli bir zaman doğrultusu da belirlese yapısal olarak distopyaya benzer bir etkiyi vermeye çalıştığını söyleyebiliriz. Aranoa, Balkanların yeşil toprakları ile Brazil’in hayali yeşillikleri arasında kurduğu bariz ilişik de, görüntüler bazında bu fikre hizmet ediyor. Film, dönemle kurmuş olduğu bağ ile belli ki kendini garantiye almak istiyor. Ne de olsa bir Brazil yaratmak her babayiğidin harcı değil. Yine de film, kendi emsallerine nazaran müstakil bir mevki işgal etmiş oluyor. Filmin, Fernando León de Aranoa’nın ümidvar geleceği için mükemmel sayılmasa da iyi bir günün başlangıcı olduğu belirtsek pek de abartmış olmayız.
Yazar: Ahmet Toğaç