Ülkemize eleştirel gözlerle bakan filmlerin Batılı ülkelerde geçmişten bugüne el üstünde tutulduğunu görebilmek zor değil. Bununla birlikte konu sinema olunca, öncelikle kurgu, cast ve sanat yönetimi, senaryo tutarlılığı gibi hususlar öncelikli olarak değerlendirilir. Diğeri, sonraki mesele.
Bu gece Oscar heyecanı yaşayacak olan Mustang, Deniz Gamze Ergüven’in ilk uzun metrajlı filmi. Konu malum. Lakin hatırlatmakta büyük faideler mevcut. Trabzon’un, hatta şöyle diyelim, mekândan muaf tutulan bir sahil kasabasında, anne ve babalarını kaybettikten sonra amcaları ve babaanneleriyle birlikte yaşayan beş kızın, yaz tatiline girdikten sonra başlarından geçen hikâyeler anlatılıyor. Trabzon’u duydunuz, “ortalıkta cirit atan 37 plakalı araçlar ne ola” diyorsunuz. Demeyin. Öykünün geçtiği mekândan TT Arena’ya kısa bir minibüs yolculuğuyla ulaşılabilir oluşunu da gündeme getirmeye kalkmayın lütfen. Bu tür ufak detaylara “Fransız” kalınmasını büyütmeyelim. Evrensel düşünelim. En büyük derdimiz bu olsun yahu.
Beş kardeşin en küçüğü olan Lale, İstanbul’a tayini çıkan öğretmeniyle helalleştikten sonra üzüntüden, Karadeniz sahillerinde ablaları ve arkadaşları ile birlikte deve güreşi yapmaya gider. Kızlı erkekli güreşirken, fesat düşüncelerin odağı olan bir teyze tarafından babaannelerine şikayet edilen beş kız için arabesk dolu günler hemencecik başlar. Merak etmeyin, fonda Küçük Emrah’ın Sen Affetsen Ben Affetmem şarkısını duymayacaksınız. “Son Feryat” gazetesine manşet olacak türden gelişmeleri bir kenara koyalım, siyasi atmosfere dair eleştirel bir film çekerken, “bakın, bunu çekmek bile bir mucize” hipotezini, bu yazıyı okumakta olan milyonlarca sinemaseverin huzurunda üzülerek de olsa reddetmek gerektiğini açıkça ifade etmek gerek. Bir kimya laboratuarındaki başarısız sonuçlar veren deneyleri, gerçeğin ta kendisi diye pohpohlamak, gerçeğin üzerine beton dökmekle eşdeğerdir elbet. Çıtayı, yüksek katlı yapılarla yarışır ölçekte yükseltirken, yükselen çıtanın rüzgar yükleriyle alaşağı olmaması için de iyi bir hesap kitap süreci yaşamak lazım.
“Kış Uykusu” filmindeki performansıyla övgüleri hak eden ve sinema yolculuğunun öncesi ile sonrasında da takdir edilesi bir oyunculuk sergileyen Ayberk Pekcan’ın, filmin başrollerine uyum sağlamakta zorlandığını gözlemlemek için fazla çabaya gerek yok. Böylesine ağır aksanlı bir Karadeniz şivesiyle ve yöresel kıyafetlerle bezeli bir ambians ister istemez insanı zorlayacaktır.
Filmin finalinde, Billy Hayes’in hapishaneden kaçarken yaşadığı ve yaşattığı adrenalinle yarışır ölçekte bir heyecan tufanı oluşturarak canını kurtaran Lale, yaşadığı travmayı nasıl atlatır bilinmez. Lakin yerli izleyiciden yükselen haykırışları duyar gibi oluyorum. Haykırışların içeriğini boşverin. Bu arada Billy Hayes’in konumuzla ne ilgisi var ki?
Yaşanılan coğrafyanın acımasız gerçeklerini sinema sanatının diliyle anlatabilmek, kamera önü ve arkasıyla, meziyet gerektiren bir durum. Meseleye ayna tutayım derken, güneş açılarını akla getirmeyip aynadan yansıyan ışınlarla izleyiciyi kör etmemek de lazım. Eleştirinin ağırlık merkezini, bilerek ya da bilmeyerek, geleneğin ta kendisi olarak belirlemek ne büyük talihsizlik. Doksan dakikalık süresini kısa mesaj defilesine dönüştürmeyi başarmış ve Batılılar, pardon, filmin müşterilerini epey tatmin edecek türden bir yapım Mustang. Hakem 90+ oynatsaydı, daha çok mesaj yüklenebilirdi elbet. Cehaletin kör karanlıklarında kürek çeken kitlenin kendi kendini avutmak için sıraladığı eleştirileri görmezden gelin, gitsin. Müşteri her zaman haklıdır. Genç sinemacılar, sizde örnek alın. Oryantalist damarları tıngırdatarak yurtdışında başarı dolu bir kariyere yelken açmak istiyorsanız tabi. Keyifli pazarlar.