Chinatown: Yeni Bir Dedektif Arketipinin İnşası Ve Alternatif Bir Okuma Denemesi

Roman Polanski’nin “Çin Mahallesi” (Chinatown, 1974), hardboiled dedektiflik romanı geleneğinin en önemli iki temsilcisinin, Raymond Chandler ve Dashiell Hammett’ın, izinden gitmesine rağmen türe yeni bir soluk, dinamizm ve derinlik getirmeyi de ihmal etmiyor. 

Şahsi kanaatimce “Çin Mahallesi”, dedektiflik janrına taze bir soluk getirmesini alternatif bir dedektif arketipi yaratmayı başaran kusursuz senaryosuna ve farklı okumalara olanak tanıyan çok katmanlı ve zengin anlatısına borçludur. Jack Nicholson’ın canlandırdığı dedektif J.J. Gittes’in; Philip Marlowe (Chandler), Sam Spade (Hammett) ve Continental Operatörü/Dedektifi (Hammett) karakterlerinden belirgin bir şekilde ayrılan kimi özellikleri var. Her şeyden önce Jack Gittes’in hali vakti yerinde. İş bulmakta güçlük çekmeyen, iyi para kazanan, tepeden tırnağa iyi giyinen, bakımlı/süslü, pahalı şeylere düşkün (özel dikim gömlekler, kaliteli şapkalar ve Florsheim marka ayakkabılar vb.) biri Gittes. Gittes’in son derece güzel, geniş ve ferah bir ofisi var. Sophie adında iyi giyinen bir sekreteri, Walsh ve Duffy adında iki de yardımcısı var. Yani Gittes, aynı zamanda birden fazla insanı istihdam eden başarılı bir işveren. Los Angeles’ta bilinen, tanınan, az çok şöhreti olan bir dedektif.

film arasi-chinatown2Dedektif Jack Gittes’i, Chandler ve Hammett kahramanlarından ayıran bir başka özelliği ise tahminlerinde sürekli çuvallıyor oluşu. Evet, Gittes zeki ve kurnaz biri ama film boyunca,  filmin gövdesini teşkil eden ‘iki merkezî muamma’ (Sular İdaresi gizemi ve Evelyn’in sırrı) hususunda sürekli yanlış tahminlerde bulunuyor. Her zaman elindeki kısıtlı verilerle “en iyi atış”ını yapıyor ama sürekli ıskalıyor. Polanski, son derece zekice bir hamle yapıp Robert Towne’un orijinal senaryosundaki anlatıcı/dış-ses olayını filmden çıkarınca, seyirciler olarak bizim de çuvallamamız kaçınılmaz oluyor. Hikâyenin seyrini değiştiren her yeni delili dedektif Jack Gittes ile aynı anda öğreniyoruz, onun her yeni teorisi (aynı bulgulara sahip olan) bizleri ikna ediyor ve bu nedenle de film boyunca hem o hem biz sürekli ters köşeye yatıyoruz. Bu özellik filmin hem klasik dönem kara filmlerinden (film noir), hem Hitchcockyen anlatıdan hem de diğer neo-noir’lardan kalın çizgilerle ayrılmasına vesile oluyor.

Gittes’i, Chandler ve Hammett kahramanlarından ayıran bir başka özellik ise defalarca faka basıyor oluşu. Evet, Spade de Marlowe da ara sıra tuzağa düşürülür, kandırılır, yanlış yönlendirilir, darp edilir ve silahlı saldırıya uğrar ama Gittes’inki bir rekor olsa gerek. Önce Su ve Enerji Dairesi’nin başmühendisi Hollis Mulwrey’in karısı olduğunu iddia eden aktris Ida Sessions Gittes’i tuzağa düşürüyor, daha sonra Claude Mulvihill ve Roman Polanski’nin canlandırdığı “bıçaklı cüce” onu kıstırıp yaralıyor, daha sonra Kuzeybatı Vadisi’ndeki çiftlikte topraklarını müdafaa eden çiftçiler, dedektifler Escobar ve Loach birincisi Sessions’ın evinde, diğeri de finalde Çin Mahallesi’nde olmak üzere iki defa Gittes’i zor durumda bırakıyor. Bununla da kalmıyor; Mar Vista Huzurevi’nde yine Claude Mulvihill ve Roman Polanski’nin canlandırdığı “cüce” Gittes’i ikinci defa kıstırıyor hem de bu sefer tabancayla ateş ederek öldürmeye çalışıyor, Noah Cross (Mulvihill’in yardımıyla) Gittes’i derdest ediyor ve kendisini kıza götürmesini sağlıyor. Femme fatale Evelyn Mulwray Gittes’i film boyunca defalarca kandırıyor ve yanlış yönlendiriyor. J.J. Gittes, en azından 4 defa ölümden kıl payı kurtuluyor. En az 4 defa! Her seferinde de bir şekilde yırtıyor. Peki, filmin sonunda ne oluyor? Hadi diptoplam alalım. Esas kız ölüyor, diğer kız/torun Noah Cross’a kalıyor, zaten polisleri de satın almış olan Noah Cross şehri yönetmeye ve bildiğini okumaya devam ediyor, bütün cinayetler örtbas edilmiş oluyor (Cross, Mulvihill ya da “cüce”, her kim işlemişse), komplo açığa çıkarılamıyor yani her şey yapanın yanına kar kalıyor. Evet, her şey yapanın yanına kâr kalıyor! Kötüler kazanıyor yani. Bu arada Jack de, ne kocasının katilini ortaya çıkardığı için Evelyn’den sözleşmesinin karşılığı olan ücreti ve bonusu alabiliyor ne de Katherine’in yerini tespit ettiği için Noah Cross’dan. Peki, bütün bunların anlamı ne? Nasıl ana karakter istisnasız kaidesiz her konuda kaybeder? Neden aynı hatayı iki kez yapar? Neden “geliyorum” diye bas bas bağıran felakete engel olamaz? Neden? Neden? Neden?

Birçok kaynakta; David Lynch’e göre “Çin Mahallesi”nin finalinin “sinema tarihinin en kusursuz finali” olduğunu okursunuz, ama Lynch’in bu tercihinin sebebini ilk etapta kavramak güç hatta ben yerli-yabancı herhangi bir kaynakta (biraz araştırmış olmama rağmen) herhangi bir eleştirmenin bunu açıklamaya çalıştığını henüz görmedim (belki vardır da ben görmemiş, okumamış olabilirim). Şimdi karşımızda Lynch gibi kafası başka türden çalışan, kişileri ve olguları değişik simgelerle göstermeyi/ilişkilendirmeyi seven bir zekâ olunca, ben bu beyanına biraz kafa yordum, acaba binlerce film varken neyi düşünerek bu filmin finalini ‘gelmiş geçmiş en iyi final’ seçmiş diye. Öncelikle bu beyanı/açıklamayı/tespiti Total Film’in Aralık 1999 sayısında yer alan bir röportajındaki bir soruya istinaden yaptığını tespit ettim. Lynch, tercihi hakkında başka detay vermiyor. Açıklamayı 1999 Aralık’ta yaptığı için bu tarihten önce çektiği ve “Çin Mahallesi”nden esintiler taşımış olma ihtimali taşıdığını düşündüğüm dört kritik filmini; “Mavi Kadife” (Blue Velvet, 1986), “Wild at Heart” (Vahşi Duygular, 1990), “İkiz Tepeler” (Twin Peaks: Fire Walk with Me, 1992) ve “Kayıp Otoban”ı (Lost Highway, 1997) tekrar gözden geçirdim. Cinsel istismar, ensest (aile içi cinsel ilişki), zina, bireysel ve toplumsal yozlaşma, gizem dolu soruşturmalar, bastırılmış duygular, şok edici gerçekler, aşırı şiddet, şüpheli ölüm, silahlı saldırı ve cinayet vb. konularda bu filmler Polanski’nin “Çin Mahallesi”yle yer yer örtüşüyor. Roman Polanski’nin, David Lynch sinemasının gelişini haber veren “Kiracı” (Le Locaitaire, 1976) gibi zamanda kavisler çizen, Lacancı kişilik/karakter değişimleriyle bir tür ‘kâbuslar ve karabasanlar sineması’ inşa eden filmlerini de göz önünde bulundurarak kendimce bir sonuca ulaştım. İşte “Çin Mahallesi” (Chinatown, 1974) hakkında;  filmin o muazzam afişinden, Towne’un orijinal senaryonun adının kaynağı/sebebi/amacı hakkındaki açıklamalarından ve Lynch’in beyanından hareketle oluşturduğum teori.

film arasi-chinatown3Önce filmdeki birkaç sahneyi ve bazı ilginç detayları hatırlatmak istiyorum.

Bunlardan ilki, Jack Gittes’in Noah Cross’la baş başa yemek yediği sahne. Hani şu Jack’in balığın gözlerine ölü balığın da Jack’e baktığı. Jack, Cross’un ona söylediği “Her şeyi bildiğinizi zannediyorsunuz ama inanın bir halttan haberiniz yok” lafını polis olarak görev yaptığı zamanlar kendisine bağlı olarak çalıştığı Çin Mahallesi’nin “Bölge Savcısı”nın da söylediğini belirtir.

Bunlardan ikincisi, J.J. Gittes ve Evelyn Mulwrey’in Mar Vista Huzurevi’nden canlarını zor kurtarıp kaçtıktan sonra Bayan Mulwrey’in evinde (verandada) içki içtikleri sahne. Bu sahnede dedektif Jack Gittes’in bir zamanlar; tam olarak anlaşılması/keşfedilmesi hiçbir zaman mümkün olmayan, bilinmezlerle dolu bir keşmekeşi andıran ‘Çin Mahallesi’nde “Bölge Savcısı” için görev yapan bir polis olduğunu öğreniriz (öncesinde Çin Mahallesinde polislik yaptığı bilgisini hem Yüzbaşı Escobar’ın yanındayken komiser Loach’a hem de yemekteyken Noah Cross’a çıtlatmıştır). Gittes, Çin Mahallesindeki görevinin son derece tehlikeli olduğunu belirtir (konuşmadan sezdiğimiz kadarıyla, orada birçok ölüm tehlikesi atlatmış). Evelyn ısrarla Jack’e, o görevde bölge savcısı için ne yaptığını sorar. Jack cevap verir: “Elimden geldiği kadar azını.” Bu ‘mümkün olduğunca az şey” yapma öğüdünü de ona Çin Mahallesi Bölge Savcısı’nın verdiğini söyler.

Üçüncü sahne, Evelyn’in Jack’in burnuna pansuman yaptığı sahne. Bu sahnede Evelyn’in sol gözünde doğuştan bir sakatlık olduğunu öğreniriz (sanki ilk bakışta böyle bir detayın herhangi bir önemi varmış gibi).

Bir sonraki sahne ise Jack ve Evelyn’in (seviştikten sonra) yatakta, sigara içip sohbet ettikleri sahne. Bu sahnede Jack’in Çin Mahallesi’ndeki görevi sırasında, bugün hatırlamak bile istemediği büyük bir trajediye sebep olduğunu öğreniriz. Gittes, neler döndüğünü anlayamadığı/kavrayamadığı için, sevdiği bir kadının zarar görmesini engellemeye çalışırken bilakis onun ölümüne sebep olmuştur. Jack o trajedi ile Evelyn olayı arasında “kötü şans”tan kaynaklı bir bağlantı olduğunu düşündüğünü söyler. Anlaşılan Jack, Çin Mahallesi travmasını atlatamamıştır. Bu konuda konuşmaktan çekinir hatta rahatsız olur. “Bazen insanın bir halttan haberinin olmadığını” hatırlattığı o sahnede, kadının ölümünden sonra yaşadığı travma nedeniyle polislikten istifa ettiğini anlarız. Çin Mahallesi vak’ası hayatını altüst etmiştir.

Bir başka sahne de Gittes’in, Evelyn’i gizlice takip edip Katherine’i “sakladığı” evi bulduğu sahne. Gittes, Evelyn’in arabasına oturup sinsice onu bekler. İlk başta Evelyn’i biraz korkutur, sarsar ve ondan gerçekleri açıklamasını ister. Burada, Evelyn’in içerideki küçük kızın aslında “kız kardeşi” olduğunu ilk kez itiraf ettiği sahnede kontrolsüz olarak kafasının öne düştüğüne ve arabanın klaksonunu istemeden çaldığına şahit oluyoruz (ilk bakışta önemsiz bir detay).

J.J. Gittes’in Yüzbaşı Escobar’la beraber Çin Mahallesi’nde çalıştığını biliyoruz. Jack’in, Sular İdaresi’ndeki koruma müdürü Mulvihill’i de o zamanlardan tanıdığı ve aralarında o dönemden kalma bir husumet olduğu da belli.

film arasi-chinatown4Tüm bunları akılda tutmanızı rica ederek gelelim o meşhur finale. Çin Mahallesi’nde geçen o unutulmaz finalde sırasıyla şunlar yaşanıyor. Neler döndüğüne bir türlü tam olarak vakıf olamayan Jack, yine kadim düşmanı Mulvihill tarafından gafil avlanıyor ve Noah Cross’u Çin Mahalesine’ne (Evelyn’e ve kız kardeşi/kızı Katherine’e) götürmek zorunda kalıyor. Jack, Evelyn’i/kadını kurtaracağım diye delil kararttığı gerekçesiyle tutuklandığında bile Cross’un polisi satın aldığını fark edemiyor. Ve bu sefer de aleyhindeki iddialar düşünüldüğünde, işini/lisansını kaybetme olasılığıyla karşı karşıya kalıyor. Derken büyük bir trajedi baş gösteriyor. Babası Noah Cross’u tabancayla yaralayıp arabayla kaçmaya çalışan Evelyn Mulwray’e Jack’in kelepçeli olduğu polis arkadan ateş açıyor (tekerleklere ateş eden Escobar’ı durdurmaya çalışırken yardımcısı Loach tarafından). Derken, henüz daha birazcık (100 metre kadar) uzaklaşabilmiş olan arabanın aniden stop ettiğini ve acı bir şekilde klaksonunun çaldığını duyuyoruz. Evelyn’in vurulduğu (ve başının öne düştüğü) anlaşılıyor. Herkes arabaya doğru ilerlemeye başlıyor. Bu arada arabada Evelyn’in yanındaki koltukta oturan kız kardeşi/kızı tüyler ürpertici çığlıklarla bas bas bağırmaya başlıyor. Herkes adımlarını hızlandırıp koşmaya başlıyor. Arabaya yaklaşıyoruz. Kapıyı Jack açıyor ve Evelyn yüzü bize dönük şekilde şöför koltuğundan yere doğru uzanıyor. Ensesinden giren kurşunun sol gözünden çıktığını anlıyoruz. Sol gözünün olması gereken yerde devasa bir çukur duruyor. Jack adeta donup kalıyor ve dudaklarından son olarak şu sözler dökülüyor: “Mümkün olduğunca az şey.”

Tüm bu veriler ışığında; bu muazzam senaryonun orasına burasına serpiştirilmiş sayısız detayı tek bir kalemde toplamayı başaran bu unutulmaz finalin, aslında yaşanan her şeyin korkunç bir travmayı (sevdiği kadının istemeden ölümüne neden olmak) atlatamayan Jack’in kâbus dolu sanrılamalarından ibaret olma olasılığına yeşil ışık yaktığını öne sürebiliriz. Sanki Jack, mütemadiyen aynı olayı tekrar tekrar yaşamaya devam ediyor gibidir ve şahit olduğumuz şey zavallı bir adamın kâbusundan başka bir şey değildir. Hemen her şeyin bir benzerini önceden yaşamış olmasına rağmen, yeniden aynı acıları yaşamanın önüne geçemeyen sefil biridir Gittes. Hatta durumun farkında bile değildir. Ne olduğunu bile anlamamıştır. “Çin Mahallesi”nin (Chinatown, 1974) çeşitli sahnelerinde birbirinden alakasız ve bağlantısız gibi gözüken birçok detay, filmin gerçek olamayacak kadar naif duran finalinde –sayısız ‘deja vu’yla- adeta yeniden bir araya getirilmiş hissi uyandırmaktadır. Sanki Jack için Çin Mahallesi bir kez daha düşlerin cenazesine, kâbusların doğumuna sahne olmuştur. Jack yine ne olup bittiğini anlamamış, yine işvereninin sözünü (mümkün olduğunca az şeyle uğraşma) dinlememiş yani üstüne vazife olmayan işlere “burnunu” sokmuş ve bu nedenle de ister-istemez sevdiği kadının ölümüne yol açmış ve yine işinden/lisansından olma ve depresyona girme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Sanki Escobar’la (pozitif anlamda) ve Mulvihill’le (negatif anlamda) olan hukukunu taksim eden olay/trajedi yinelenmiştir. Sonuçta iyiler yine kaybetmiş, kötüler yine kazanmış ve bahsedilmek bile istenmeyen “mazi” yeniden, tekrar tekrar inşa edilmiştir. Büyük bir kaybın üstesinden gelemeyen birinin kâbusunda olduğumuz gerçeğiyle yüzleşme zamanımız gelmiştir.

Geriye dönüp filmi tekrar gözden geçirdiğimizde; “Jack’in, ölen kadının hayaliyle/kâbusuyla yaşıyor olabileceği gibi” şeklindeki bu yoruma dayanak teşkil edebilecek başka kilit sahneler ve cümlelerle karşılaşırız. Örneğin; Jack ile Evelyn’in yatakta sohbet ettikleri sahnenin en sonunda aralarında şöyle bir diyalog geçer. Dedektif sanki güzel bir melek ya da bir düş görüyormuşçasına kadına bakıyordur, müziğin sesi ve baskısı usulca artar ve filmin atmosferini ele geçirir. Evelyn Çin Mahallesi’nde yaşanan trajediyi kastederek Jack’e sorar. “Korumaya çalıştığın (kişi) bir kadın mıydı?” Jack sanki Evelyn’in sol gözüne bakıyordur. Gülümser. Müziğin romantik tınısı artar. Ve Jack kadının sorusunu cevaplar. “Herhalde.” İkisi de gülümsüyordur. Evelyn hemen bir soru daha yapıştırır, “Öldü mü?”. Soruyla aynı anda deminki romantik müzik yerini gerilim dolu birkaç piyano tuşuna bırakır. Ve gıcık edici bir telefon sesi diyaloğa son verir. Artık ikisi de sessizdir. Ölüm gibi sessiz. Telefon çalmaya devam ediyordur. Jack, neyin olup bittiğini yine anlamaz, bir halttan haberi yoktur. Adeta aklını oynatan birinin zihninde tutsak olduğumuz hissine kapılırız.

Orijinal senaryoda (karmaşıklığı, dağınıklığı ve ne idüğü belirsiz yapısıyla meşhur) Çin Mahallesi sahnelerinin yer almadığını, senarist Robert Towne’un bu ismi sadece dedektif J.J. Gittes’in ‘akli durumu’nu simgelemek için kullandığından haberdar mıydı bilinmez ama muhtemelen David Lynch; Polanski ve Towne’un bu filmin hikayesindeki olağanüstü işbirliğinin (değişen final, araya serpiştirilen küçük ipuçları, anlatıcının kaldırılması vb.), Jerry Goldsmith’in nostaljik hisler aşılayan kusursuz müzikleri, John A. Alonzo’nun sararmış fotoğrafları anımsatan görüntü çalışması ve hepsinden de önemlisi çeşitli okumalara meydan veren karamsar, iç burkucu ve şok edici finaliyle beraber -tıpkı kendisinin “Kayıp Otoban”ı gibi- post-modern bir kabusu, insanı zamanın tek bir noktasında dairesel bir sonsuzluğa mahkum eden bir karabasanı andırdığını herkesten önce kavramıştı. Ve bu konuda haklıydı da.

Yazar: Ertan Tunç

 

 

 

 

 

 

 

Ağustos 2010’da yayın hayatına başlayan aylık sinema dergisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir