Oscar kazanamayan başyapıtlar dosyamızda sıra, ikinci bölümde…
YIL: 1980
KAZANAN: ORDINARY PEOPLE
Robert Redford’un yönetmenliğini yaptığı bu drama, senaryo ve işleniş olarak oldukça etkileyici bir anlatıma sahip. Bir deniz kazasında oğullarını kaybeden ve bundan sonraki yeni yaşamlarına alışmaya çalışan ailenin hayatını anlatan film, söylenememiş olan kelimelerin veya ertelenen cümlelerin aslında nasıl da salgın bir hastalık gibi tüm yapıyı çökertebileceğini gayet leziz bir şekilde anlatıyor. Peki, ama ya size bu sene bunu çok daha iyi yapabilen bir film vardı desem; ne dersiniz?
KAZANMASI GEREKEN: RAGING BULL
Bu durum, De Niro-Scorsese ikilisinin başına gelen ilk şok değil (son da olmayacak). Oscar serüvenimizin ilk bölümünü okuyanlar, Taxi Driver yerine Rocky’nin ödüllendirildiğini rahatlıkla hatırlayacaklardır. Raging Bull, bırakın vizyona girdiği seneyi bütün sinema tarihi içerisinde en başarılı filmlerden biri olarak anılmıştır. Martin Scorsese’nin sekans geçişlerindeki müthiş dehası, Robert De Niro’nun kendi kariyerindeki en iyi performanslarından birini sergilemesi (çoğu kişiye göre en iyisi), hayatın içerisindeki yükseliş-düşüş dalgalanmasının bir insanda bırakacağı derin izleri anlatan bir başyapıt olan Raging Bull’un Oscar alamaması hala konusu açıldığında konuşulur ve o seneki akademi üyelerinin kulağı hafifçe çınlatılır. Zamanında Taxi Driver filmi varken Rocky’e layık gördükleri bu ödülü, ondan çok daha başarılı ve derin bir anlatım tarzına sahip olan Raging Bull filmine neden vermediler gerçekten anlamak oldukça güç.
YIL: 1998
KAZANAN: SHAKESPEARE IN LOVE
1998 yılındaki ödül töreni sonuçları kuşkusuz Oscar tarihinin en büyük skandallarından biridir. Yönetmenliğini John Madden’in yaptığı bu film vizyona girdiğinde seyirciler tarafından oldukça vasat bir uyarlama olarak kabul edilmişti. Bırakın en iyi film dalında ödül almasını, aday olması bile çok büyük sürpriz olarak değerlendirilmişti. Film, o sene Oscar’ı aldıktan sonra kendi kendine düşman yaratmaya başladı. Aday olup alamayan diğer favori yapıtların fanları bu filmden o kadar nefret etti ki “Shakespeare in Love” hala çoğu listede en fazla abartılan filmlerin başında gelir.
KAZANMASI GEREKEN: SAVING PRIVATE RYAN
Öncelikle söyleyelim aday olup alamayan filmlerin hepsinin ‘’Kim olduğunu bilirsin sen’’ adlı filmden çok daha iyi ve başarılı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Terrence Malick’in savaş göstermeden savaş anlattığı ‘’The Thin Red Line’’ ya da Roberto Benigni’nin masalsı anlatımıyla bizleri büyülediği ‘’La Vita e Bella’’sı tartışmasız malum filmden fersah fersah önde. Usta yönetmen Spielberg’in ‘’Saving Private Ryan’’ adlı başyapıtı ise 1998 yılında gösterime giren filmler arasında savaşı en acımasız ve karanlık anlatan eser olarak direk göze çarpıyor. Tom Hanks’in müthiş bir kompozisyon çıkardığı, ilk bölümündeki unutulmaz çıkartma sahnesi ile de akıllara kazınan film, size işlenişi boyunca ana hikâyeyi unutturuyor ve bunu şahane bir işleyiş ile yapıyor. Ryan kimdir, nerededir gibi sorular aslında sizin umurunuzda bile değil. Film zaten size bunların cevabını vermek ya da bunlar arasında neden-sonuç ilişkisi kurma merakında da değil. Spielberg’in bu başyapıtında hissedecekleriniz; mermi sesi, savaş psikolojisi, ıslak botlar ve her şey bittikten sonra akıllarda kalan tek soru olacak. O seneki Akademi üyelerinin ev adreslerini nereden bulabilirim?
YIL: 2002
KAZANAN: CHICAGO
Yıllar içerisinde sürekli, dinamik olamamak ve muhafazakâr kararlar almakla suçlanan Akademi üyeleri bizleri çok bekletmemiş; 98 felaketinin üstünden sadece ve sadece dört sene sonra en az o seneki kadar büyük bir skandala imza atmıştır. Chicago, kabul edelim ki kötü bir film değil (hatta iyi bile sayılır). Oyunculuk performansları son derece üst seviyede olan, dram ile müzikalin çok uyumlu bir şekilde harmanlandığı, mekân ve kostüm seçimleri ile vizyona girdiği sene adından oldukça bahsettiren bir film olan Chicago’nun maalesef olumlu özellikleri bunlarla sınırlı kalıyor. Özünde bir aşk üçgeni hikâyesinden öte gidemeyen bir eser olan Chicago, bakalım hangi filmlerden bu ödülü kapmış ve biz sinemaseverleri yine sinir krizine sokmuş.
KAZANMASI GEREKEN: CHICAGO HARİÇ HERHANGİ BİR FİLM
Kaybedenler kulübü iftiharla sunar; Gangs of New York, The Hours, The Lord of The Rings: The Two Towers ve The Pianist. Şu an içinizden ‘’gözlerim beni yanıltıyor mu’’ sorusunu geçiriyorsanız bu soruyu sormak için 14 yıl kadar geç kaldınız. Yukarıda saydığımız filmleri tek tek ele alıp Chicago ile düelloya soktuğumuzda yine kaybeden film maalesef kazananımız olan Chicago oluyor. Peter amcamızın muhteşem Miğfer Dibi savaşıyla süsleyip daha da karanlık bir rotaya soktuğu yüzük maceramız, Nicole Kidman’ın kariyerindeki pik noktasına ulaştığı leziz drama ‘’The Hours’’, İkinci Dünya Savaşının perde arkasının bir şiir edasıyla anlatıldığı ‘’The Pianist’’ ya da Akademi üyelerine bizce yüklü miktarda haciz borcu olan (bir yönetmene bu kadar kötü davranılmaz) Scorsese’nin ‘’Before USA’’ tadında çektiği ve Amerika’nın sokaklarda doğma serüvenini yaşadığımız ‘’Gangs of New York’’. Bence daha fazla konuşmaya gerek yok.
YIL: 2010
KAZANAN: THE HURT LOCKER
Kathryn Bigelow, zamanında bizlere ‘’Point Break’’ ya da ‘’Strange Days’’ gibi tarzında gayet özgün ve başarılı filmler hediye etmişti. Mizacı ve kalitesi her zaman düz bir çizgide ilerledi. Olabildiğince ‘’James Cameron’’ etiketinden kaçmaya ve özgünlüğünü ortaya koyma çabasında oldu ama sanırım 11 Eylül’den sonra yükselen ABD milliyetçiliği Bigelow’u da epey vurmuşa benziyor.
2010 yılında gösterime giren ‘’The Hurt Locker’’ başından sonuna kadar kod ve alt metinlerle dolu bir yapıt. Filme başladığınız an bir ‘’anti-militarist’’ düşünce ile karşılaşacağınızı sanıyorsunuz hatta buna inandırılıyorsunuz ama gelin görün ki film size bunun tam tersini vermek istiyor. ABD ordusunun Irak’ta (ya da Orta Doğu’da, konum hiç önemli değil) hangi zorluklarla mücadele verdiğini, bizler evimizde sıcak koltuklarımızda otururken aslında ABD’nin Irak’a ve dünyaya sulh getirmek istediğini inceden inceye seyirciye işliyor. Bu konuda oldukça tartışılan ve propaganda yapmakla suçlanan film teknik olarak ise neredeyse kusursuz. Kullanılan kamera açıları, sokak çatışmalarındaki ses miksajları, ağır çekim sahnelerinin seçimi oldukça başarılı ve etkileyici ancak senaryosunu bir savaşı haklı göstermekten alan filmin bu ödülü kucaklaması oldukça düşündürücü.
KAZANMASI GEREKEN: AVATAR
2010 senesi teknolojik olarak sinemanın devrim yaşadığı anlardan birine şahit oldu. Başından sonuna kadar Imax ve 3D uyumlu kameralarla çekilip, müthiş bir reklam stratejisi ile vizyona gören Avatar teknik anlamda seyircilere beklenenden kat ve kat fazlasını verdi. Film, Imax ve 3D olarak o kadar başarılıydı ki salonlardaki seyircilerin filme verdiği tepkiler ve mimikler elden ele dolaştı. Senaryo olarak çok güçlü bulunmayan ve bazı klişe mağaralarına uğramakla suçlanan Avatar, o sene 3 milyar dolara yakın hâsılat elde etti. Avatar, mükemmel bir film değil. Hatta senaryosunda bazı gedikler barındıran ve bu açıklarını teknolojisi ile örtmeye çalışan bir film. Peki, ‘’Neden Avatar almalıydı?’’ diye soracak olursanız cevabı sizlere şöyle verebiliriz. Avatar, en azından Bigelow’un aşılamaya çalışmak istediği mesajın tam tersini bizlere ulaştırmaya çalışan bir film.
‘’Neden bu topraklarda beraber yaşamayı öğrenmeye başlamıyoruz?’’
Yazar: Nebi Salih Küçük