Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 96. haftasından herkese merhaba. Önümüzdeki haftaları da içine alan bir süreç boyunca kısa filmlerde daha az denenen hikaye türlerini işleyen yönetmenleri ağırlayacağım ve onlardan biri bugünkü konuğum Kumru Karataş olacak. Yönetmenin distopya ile post apokaliptik türleri arasında yer alan ve aynı zamanda ilk kısa metrajı da olan Körfez, gündüzleri dışarı çıkılamayan bir dünyada yaşayan çekirdek bir ailenin hikayesine odaklanıyor.
Filmin yönetmeni Kumru Karataş ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kumru Karataş’ı bize nasıl anlatırsınız?
İnsanın kendini tanımlaması hayli zor olduğundan bu soruya ufak bir otobiyografi şeklinde yanıt vereceğim sanırım. Doğma büyüme Kadıköylü, orta sınıf bir ailenin büyük çocuğuyum. Kendimi bildim bileli sanatla ve tüm dallarıyla haşır neşir bir insan olduğumu söyleyebilirim. Buna yedi yaşında babamın beni yaş sınırı var diye kaçak soktuğu operalar, filmler, tiyatro oyunları da dahildir. Her ne kadar ülke şartları gitgide tüm sanatçıları zorlasa da film yapmaya ve hikaye anlatmaya elimden geldiğince devam etmek istiyorum hayatımda. Bilgi Üniversitesi Sinema ve Televizyon mezunuyum, 15 yaşımdan beri setlerde reji asistanı olarak çalışıyorum, halihazırda yardımcı yönetmenim. The Matrix’i, Christopher Nolan’ı ve hamburgeri çok severim.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Filmin senaryosu okuldaki bir dersimin ödevi için yazılmış bir projeydi aslında, yazım süreci bittikten sonra tahmin ettiğimden fazla beğendim ve çekmeye karar verdim. İlk taslak bittikten sonra çekme kararıyla üzerinde çokça çalıştığım bir senaryo oldu. Dolayısıyla yazım sürecine bir buçuk yıl diyebiliriz.
Hazırlık süreci bir hayli sancılı geçti, filmi yapmaktan çok korktuğum, iyi bir şey çıkaramayacağımı düşündüğüm bir dönem oldu, bu buhranları da dahil edersek şayet bu sürece de üç ay diyebiliriz. Çekim ise toplam üç günde tamamlandı.
Post prodüksiyon süreciyse beklemediğim şekilde uzun ve bir hayli zor geçti. Daha önce post ile alakalı tecrübeniz yoksa, film yaptığınızda mutlaka bir post prodüktör ile anlaşmanız en sağlıklısı olurmuş, bu süreçte öğrendiğim en önemli şeylerden biri de buydu.
Filmi ayrıntılı konuşmadan önce hikayenin nasıl oluştuğundan bahsedelim dilerseniz. Körfez’in temellerini atan ne oldu?
Film yaratım sürecinin kaleme alma kısmındaki en önemli kuralı “what if”tir bence. Tüm ihtimallerin olası olduğu sonsuz bir evren var tamamen size ait. Böyle olsaydı ne olurdu? Bu soruyu sormaya başladığınız noktada uçsuz bucaksız bir evrende buluyorsunuz kendinizi. İlk tohumlar hep bu soruyla geldi. “Gündüzleri dışarı çıkılamasaydı ne olurdu?”, “Bu evrende bir oyuncak bebek dışarda unutulsaydı ne olurdu?” Sadece ihtimalleri düşündüm ve yaratmaya başladım diyebilirim.
Kısa film türünde sinemacılar açısından fon bulmak uzun metraja nazaran daha çetrefilli bir süreç. Körfez ise TRT 12 Punto destekli. Filmin fon bulma süreci nasıl ilerledi? Bu destek tek başına yeterli oldu mu?
Filmi çekmeye karar verdiğim noktada yapımcımla beraber fon arama sürecine girdik, birçok fon araştırması yaptıktan sonra bize ve filme en uygun iki yere başvurduk, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ve TRT 12 Punto. TRT’den destek gelmesiyle birlikte, üstüne kendi fonlamamı da ekleyerek oldukça makul bir bütçe içerisinde çekimleri tamamlayabildik. Filmcilerin en sancılı oldukları “para” konusunun büyük önem teşkil ettiğini ve buna Türkiye’de yeterince iyi bir çözüm bulanamadığını düşünüyorum. Belirli festivaller ve fonlar var, buralar sizin filminizin hikayesinden çok temasıyla ilgileniyor. Misal kadına şiddet ile ilgili veya azınlık problemleriyle ilgili bir hikayem olsaydı çok daha fazla yerden destek alırdım diye düşünüyorum. Bu günümüzde anlaşılabilir olsa da hikaye yaratımını kısıtladığı ve kendi filmini yapmak isteyen genç yönetmenleri belli bir kalıbın içinde film yapmaya zorladığı aşikar.
Körfez’in hikayesi gündüzleri dışarı çıkılamayan bir dünyada geçiyor. Bu anlamda hikayenin ayakları distopya ve post apokaliptik türleri arasında bir yere basıyor. Kısa metrajlarda sıkça rastlama olanağı bulmadığımız bu tercihiniz doğrultusunda senaryonun yazım aşamasında nasıl bir yol izlediniz? Türün barındırdığı riskleri nasıl bertaraf ettiniz?
Bunu hep söylerim; bence içinde yaşadığımız dünya yeterince sıkıcı ve monoton. Sinemanın yeni evrenler ve ihtimaller yaratma potansiyeli çok büyüleyici. Var olanı gerçekte değiştirememenin verdiği buhranın film yaparak atılabileceğini düşünüyorum. Aynı zamanda distopyaların-post-apokaliptik hikayelerin dünyada ters giden şeylere karşı “Şu an bunu durdurmazsanız işte 50 yıl sonra bırakacağınız dünya bu” dediğini ve bunu beyaz perdede insanlara izletmenin de oldukça etkili bir araç olabileceğini düşünüyorum. En azından umudum ve beklentim bu yönde.
Riskli taraflarına gelecek olursam aslında konu yine günümüz dünyasında ne anlatmalıyız sorusuna geliyor. Buna kim karar veriyor? Özellikle son yıllarda amacından saptığını ve popülist bir hal aldığını düşündüğüm “politik doğruculuk” akımının sinemaya zarar verdiğini düşünüyorum. Siz gündemin izinden gidip bir film yapabilirsiniz ancak kalıcı sanat eserleri olur mu bunu kimse bilemez. Bu sebepten de alışılmışın dışına çıkmak konforlu olmasa da kişinin gerçekten inandığı ve heyecanlandığı hikayeler anlatmasının doğruluğuna inanıyorum. Gündem bir hikaye yazmış ve çekmiş olsaydım belki Türkiye’deki birçok festivalde yer bulacaktı. Bu bir seçim. Ben seçimimi kalbimi hızlandıran hikayeyi anlatmak üzerinden yaptım.
Anne, baba ve küçük kızlarından oluşan çekirdek bir aile karşılıyor bizi hikayede. Aile kurumunun bireyleri arasındaki çatışmaya dayanan olay örgüsünde karakterlerin konumlandırmasını nasıl gerçekleştirdiniz? Karakter yaratımlarında nelerden esinlendiniz?
Bu evreni yaratırken içine koyduğum öğeler, zamanla aslında bir derdim olduğunu fark ettiğim parçalardan oluştu; alışılagelmiş aile kavramı, eril bir düzen, kadının bu eril düzene karşı çıkmaya cesaret gösterememe durumu… Beni rahatsız ettiğini düşündüğüm bu kavramları hikayesel alanda tersine çevirmek, hatta belki de yıkmak fikri beni en çok cezbeden süreç oldu. Çoğu zaman yazarken neyi kastettiğimizi bilmeyiz bile, geri dönüp bir bütün okuma yaptığımda toplumu ve önyargıları baba üzerinden anlattığımı ve hikayede otoriteyi temsil ettiğini fark ettim. Anneninse bireyi ve bireyin toplum içindeki durumunu yansıttığını düşünüyorum. “Bu baba karşısında dışarı çıkma cesareti gösterebilecek mi?” sorusu “Ben bunu yapıyorum/yapacağım ama toplum tarafından kabul görecek mi?” sorularının paralelinde duruyor.
Küçük kızın gece dışarı çıktığında evin biraz ilerisindeki ambarda unuttuğu oyuncak bebeği, hikayenin kırılma noktası oluyor adeta. Bu andan itibaren oyuncağını almak için gündüz evden ayrılan kızın bu davranışı da aile içindeki dinamikleri derinden etkiliyor. Aile kurumunun bir araya getiren bağların çözülme aşamasında annenin hayatıyla ilgili yaptığı seçimi “kadın görünürlüğü” üzerinden okursak neler söylemek istersiniz?
Her şeyden önce sorulması gereken soru şu: eğer dışarı çıkan çocuğu olmamış olsaydı, anne yine de buna cesaret edebilir miydi? Kadın ve annelik kavramları üzerinden yapılan okumalara bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Belli bir sürece tabii şekilde toplumsal olarak kadının yerini çocuğun sahibi olarak kodluyor oluşumuz, kadını sadece çocuk üzerinden var ediyor oluşumuz belki de kadının da kendi varoluşunu ve eylemlerini buraya itiyordur bireysel olarak. Bu yüzden bu kadar kontrolcü, anaç annelerimiz vardır belki de. Var olma alanları yok çünkü, hayatlarını çocukları üzerinden var etmek zorundalar. Filme gelecek olursak anne ve çocuğun, babanın otoritesinden mümkün olduğunca kopuk, kendilerine ait bir dünyaları var. Birlikte yaşamanın bir yolunu bulmuşlar. Kadın kızına belki de hiçbir zaman göremeyeceği güneşi anlatıyor, gezegenlerden bahsediyor. Distopik bir evrende tutunduğu tek şey kızı olan bir kadın, böyle bir durumda ne yapar? Dışarı çıkar.
Bunu annelik kavramından tamamen uzak bir şekilde, hayatını paylaştığı küçük kıza verdiği değer üzerinden de okuyabiliriz, bu bir seçenek. Bir diğeriyse adamı kilitleyip güneşte dışarı çıkabilecek cesareti kadına veren “annelik içgüdüsü” olabilir. Bir annenin çocuğu tehlikede olduğunda yapabileceği şeylerin potansiyeli hep tartışma konusu olmuştur fakat belki de asıl olay “annelik” kimliği sayesinde cesaret edemeyeceği her şeyi yapabilme yetisine sahip olmalarıdır. Kim bilir.
Kendinizi anne karakterinin yerine koyacak olsanız seçiminiz aynı olur muydu?
Hayır, daha erken eyleme geçerdim.
Filmin atmosferini oluşturmada ve seyircide uyandırdığı duygularda müziklerin de önemli bir payı mevcut. Bu noktada Gökhan Terlemez ile çalışmanız nasıl ilerledi?
Gökhan çok yakın arkadaşım. Çalışma şeklimizle ilgili şunu söyleyebilirim, genelde saatler süren sohbetlerin ardından birbirimizin ne istediğini finalde anlamış olarak bitiririz konuşmayı. Yoğun bir duygu ve fikir paylaşımının ardından tarafların birbirini daha iyi anladığını düşünüyorum. Ki bir buçuk saat süren bir telefon konuşmamızın bir saat 20 dakikasında sohbet edip 10 dakika iş üzerine konuşuyor oluruz. Bence tam olarak da bu sayede bu uyumu yakalayabiliyoruz.
Körfez ile senaryosunu yazıp yönettiğiniz ilk kısa metrajınıza imza attınız. Sizin için bu ilk macera nasıl bir süreçti? Hangi tecrübeleri edindiniz, neleri yapmamanız gerektiğini öğrendiniz?
Çok zor olduğunu inkar edemem ama hayatımda tattığım en büyük keyifti. Edindiğim en büyük tecrübe ekibin önemi. Bizim çok güzel bir çekim ekibimiz vardı. Eğer film yapıyorsanız hele ki kısa film, çok büyük ihtimalle düşük bütçeleriniz, zor şartlarınız ve kısıtlı vakitleriniz olacaktır. Bu kadar kaosun içinde size el uzatacak bir ekibinizin olması gerekiyor. Bir diğer önemli konu ise post prodüksiyonu neredeyse senaryoyu yazarken çekim ile birlikte planlıyor olmak, sonradan çok baş ağrıtıyor Eğer her şeyin istediğiniz gibi ilerlemesini sağlamak önemliyse, gerçekten filmin hakkı olan bütçeyi bulmadan prodüksiyon aşamasına geçmek hayal kırıklığı yaratabilir ama ha yok ben ne olursa olsun hikayeme ve anlatıcılığıma güveniyorum, şu kamera bu kamera olsun dertlerim yok diyorsanız atılın. Benim tavsiyem bütçeli ilerlenmesi yönünde çünkü öyle ya da böyle iş sizin en iyi kamerayı en iyi mekanı en iyi ışığı isteyeceğiniz noktaya geliyor, film yapmak biraz böyle bir şey sanırım.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Hikaye anlatmak için her yol meşru da olsa özellikle Türkiye için kısa filmin büyük bir karşılığı olduğunu düşünmüyorum, bu sebepten de sinemacılar bunu uzun metraja ulaşım basamağı olarak kullanıyor, ayrı bir alan olarak bakmıyor. Bunun maddi getirisi olmamasıyla da ilgisi var, kısa film mecralarının ve festivallerinin sadece belirli bir kesime ulaşabilmesiyle de alakalı. Bu sanırım kısa filmcilerin örgütlenmesiyle gerçekleştireceği birtakım faaliyetler üzerinden çözülebilecek bir konu. Sadece festivallerle yetinmeyip gösterim organizasyonları yapmak, bunları daha merkezi ve kısa filme ilgisi olan/olmayan her türlü insanın gelip izlemek isteyeceği şekilde yapmak gibi örnekler uzayabilir. Kısa filmcilerin birbirleriyle iletişimlerini geliştirmelerinin bu anlamda önemli olduğunu düşünüyorum.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Büyük bir iç savaşın ortasında, deliren gençlerin müzayedede, cam fanuslarda sergilenip zenginlere satılması üzerinden ilerleyen, bol prodüksiyonlu bir distopya yakın diyebilirim.