Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 90. haftasından herkese merhaba. Kısa filmin sınırlayıcı fakat sınırları da son derece geniş kalıpları içinde yönetmenlerin tercih ettiği soyut temalar anlatması da en hassas konuların başında geliyor. Seyircisini yakalama noktasında anlatımın yanı sıra, soyut olanı somut haline evirme ve varsa verilmek istenen mesajın uyumu büyük öneme sahip. Bunu başarıyla gerçekleştiren Gökçe Pekhamarat ise Kuşku filmiyle bu haftaki konuğum. Felsefi altyapısıyla da güçlü olan Kuşku, inancına bağlı bir adam olan ve maddi dünyaya sırtını çevirmiş olan Sait’in bu huzurlu varoluşunun televizyonda gördüğü bir haber ve gece yarısı kapısına gelen bir belediye işçisi ile alt üst olmasını anlatıyor.
Filmin yönetmeni Gökçe Pekhamarat ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
***NOT: Film şu an için MUBI Türkiye kataloğunda yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Gökçe Pekhamarat?
Çok zor bir soru. Ben de kendime sık sık soruyorum; “Gökçe kim?” diye. “Beni, düşüncelerimi, davranışımı oluşturan şeyler neler. Tek başına bir Gökçe mi var yoksa binbir şeyin karışımı mıyım?” gibi onlarca cevaplayamadığım sorum var. Ancak burada daha teknik, görünen bir Gökçe’den bahsetmem gerekirse; 1987 yılının nisan ayında İstanbul’da doğdum. Orta direk; anne bankacı, baba memur bir ailenin küçük çocuğuyum. Benden dört yaş büyük bir abim var. Çocukluk yıllarım ekmek arası peynir ve sokakta top peşinde geçti. Matematikle aram hep iyiydi. Aramızdaki bu yakınlık beni, üniversitede İnşaat Mühendisliği okumaya kadar taşıdı. O zaman da yani İnşaat Mühendisliği okurken aklımda hep sinema vardı. Nasıl yaparım da yaşamımın yönünü sinemaya kırarım diye düşünüyordum. Bu düşünceler, orta direk bir ailenin gelecek kaygısı barajına takılıyordu. Ailem haklı olarak; öngörülemeyen bir mesleğin peşinden gitmemi istemedi. Bu noktada biraz inat, biraz da şans devreye girdi. İnşaat Mühendisliği yapmamak için aile baskısı ve ekonomik koşullara direnirken; bu direnme özel matematik dersi vermekten ileri geliyordu.
Gittiğim bir kurs sayesinde CNN Türk’te staja başladım. Staj çok kısa sürede kadrolu çalışan statüsüne beni yükseltti. Böylece inşaattan tamamen kopmuş oldum. Tabii habercilik, sinema tutkumu bastırmadığı gibi daha da körükledi. Habercilikle alakalı detaylara girmeme gerek yok ancak benim zamanımda şu an imkansız görülen haberleri bile yapıyorduk. Ben, doğru düzgün haber yapamıyoruz diye boğuluyordum. Programımız sabahın erken saatlerinde yayınlandığı için gece programı hazırlıyor, sabah erken saatlerde işten çıkıyorduk. Hayatı ters yaşıyorduk yani. Gündüz bana kalan zamanlarda yarı uykulu sınava çalışmaya başladım. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Sinema Bölümü’ne girebilmek için o dönem fazlasıyla kendimden fedakarlık ettim. Sosyal hayatım sıfıra yaklaştı. İş, uyku, test üçlüsüyle yaşadım. Güçlü bir halde sınava gireceğimi düşünürken sınavdan bir ay önce babamı kaybettim. Babamın acısı beni her şeyden uzaklaştırdı. Yaptığım, arzuladığım, hedeflediğim her şey boş ve anlamsız gelmeye başladı. Sınava girmeyecektim ancak annem o dönem yoğun çalıştığımı bildiği ve sinemayı çok istediğimi gördüğü için beni ikna etti. Sınava, amaçsız, girmek için girmiştim ancak iyi bir dereceyle Mimar Sinan Sinema’yı kazandım. Resmi olarak sinema serüvenim böyle başlamış oldu. Okulda sinemanın tekniğini, inceliğini öğrendim. Ülkemizin kıymetli yönetmenleriyle senaryolarımı konuştum, tartıştım, geliştim. Mezun olduktan sonra da Murat Şeker’in yapım şirketinde çalıştım. İki film, bir dizi yaptık. Yoluma kendim devam etmem gerektiğini düşündüğüm için oradan ayrıldım. Bitirme projemin kıymetli hocası Özer Kızıltan’la çalışmaya başladık. Beraber bir film hayata geçirecektik ki maalesef ömrü vefa etmedi. Ben de kendi başıma yol almaya devam ettim. Son çektiğim Kuşku şu an MUBI’de ve katılacağı yurt içi ve yurt dışı bir iki festival daha var. Bir yandan Kuşku’nun son festival yolculuklarını takip ederken bir yandan da yazın çekmeyi hedeflediğimiz Kirli Göç isimli senaryom üzerinde çalışıyorum.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Biz filmi 2021 yılının ağustos ayının son günlerinde çektik. Üzerinden uzunca bir zaman geçti. Hafızamı yokladığımda direkt bir sonuca ulaşamıyorum. Ancak bu hikaye ilk Sait Faik Abasıyanık’ın Alemdağ’da Var Bir Yılan isimli hikaye kitabını okurken aklıma düştü. Aklıma düştü fakat bu kitapta Kuşku’ya yakın hiçbir hikaye yok. Neden ve nasıl o kitabı okurken böyle bir karakter ve yapı aklıma geldi inan bilmiyorum; zihnin dolambaçlı halleri sanırım. Filmin post sürecinin de 2022 mart ayları olduğunu da hesaba katarsam yaşamımın bir senesi Kuşku’yla geçmiş diyebilirim.
Kuşku, gerek hikaye anlatımı gerekse felsefi altyapısıyla güçlü bir duruş sergiliyor. Bu açıdan karanlık atmosferi önceki kısa filmlerinizden janr olarak daha ayrıksı bir noktada kendine yer ediniyor. Yönetmenlik açısından keskin diyebileceğimiz bu geçiş Kuşku’nun derdini hakkıyla anlatabilmesi noktasında tereddütler oluşturdu mu?
Güzel yorumun için teşekkür ederim. Çok haklısın. Kuşku, Babamın Sesi ve Kırmızı Bisiklet gibi filmlerinden hem janr hem de atmosfer olarak çok başka bir yerde. Diğer filmlerimi de seviyorum. O dönemki Gökçe’nin düşünce izlerine keyifle bakıyorum. Ancak şu an Kuşku’da oluşturduğumuz atmosferi ve hikayeyi yapmak istediğim sinemaya çok daha yakın buluyorum. Mekanı bulup dekupaj üzerinde çalışmaya başladığımda filmi nasıl çekmek istediğimden emindim. Emin olmak, bir yönetmen açısından iyi bir şey mi bilmiyorum ama sette beni çok rahatlattı. O yüzden herhangi bir tereddütüm yoktu. Sorunun geliş şeklinden hakkıyla anlatabildiğimi düşündüğünü anlıyorum. Umarım, hakkıyla anlatabilmişimdir.
Filmi ayrıntılı konuşmadan önce hikayenin nasıl oluştuğundan bahsedelim dilerseniz. Kurgusal yönü mü daha ağır basıyor yoksa tanık olduğunuz bir olay mu Kuşku’nun temellerini attı?
Spesifik bir şey beni bu hikayeyi yazmaya itmedi. Yaşadıklarım, maruz kaldıklarım, toplumun davranışı, okuduklarım, izlediklerim bir şekilde hayata bakışımla karışıyor. Tortudan süzülenler, kağıda anlayamadığım ve engel olamadığım bir şekilde dökülüyor. Hikayenin özeline indiğimizdeyse Kuşku, şu anda ülkemizin içinde bulunduğu, insanların sıkı sıkıya bağlı oldukları değerleri sorgulamaya açıyor. Filmi özetlemem gerekirse; “Sait, kendisini cennete kavuşturacağına inandığı Hamit Baba’nın türbedarlığını yapmaktadır. Bir gün akşam haberlerinde, insanların dua ettiği, adaklar adadığı bir türbenin altının boş çıktığını görür. İçine ekilen bu Kuşku, Sait’i yavaş yavaş ele geçirir.” Erk sahiplerinin muhafazakarlığı kendine kalkan edinip istediğini yapması, toplumun büyük kesiminin rasyonellikten kopması, gerçeğin araştırılmaması ve sorgulanmaması Kuşku’nun temel derdi diyebilirim. Bu açıdan baktığımızda, insanların dokunmaya korktukları alanlara giriyor ve dehlizlerdeki soruları, insanların önüne seriyoruz ya da sermeye çalışıyoruz.
İnancına bağlı bir adam olan ve maddi dünyaya sırtını çevirmiş olan Sait’in bu huzurlu varoluşunun televizyonda gördüğü bir haber ve gece yarısı kapısına gelen bir belediye işçisi ile alt üst olmasını izliyoruz Kuşku’da. Bu yönüyle hikayenin soyut özelliği oldukça ön planda. Filmin bu zorlayıcı özelliği senaryo yazımı ve anlatımı noktasında hareket alanınızı kısıtladı mı?
Aksine çok fazla seçenek önüme serdi. Benim yapmak istediğim film, rüya olsun istiyorum. Nasıl ki rüyanın içindeyken gerçek ya da rüya olduğunu anlayamıyoruz. Rüyayı, bir gerçeklik gibi yaşıyoruz. O an yaşanılan sürreal ya da absürt olaylar rüyanın gerçekliğinde sırıtmıyor. Bu dokuda filmler çekmek istiyorum. Gerçeği, gerçek dışılıkla anlatarak gerçeğe daha çok yaklaşmak amacım. Evet, bir yandan zor ve ince çizgileri olan bir yer. Her şeyin tepetakla olma, hikayenin üzerinize devrilme ihtimali çok yüksek. Bir yandan da çok renkli ve sonsuz seçenek elinizin altında. Umarım, takla atan değil de renkli kısmında yer alırım.
Hamit Baba’nın türbedarlığını yapan Sait, kendisini cennete kavuşturacağına inandığı türbeye sıkı sıkıya bağlı bir karakter. Bu noktada günümüz Türkiye’sinde bir kişiye, partiye, ideolojiye veya düşünceye körü körüne bağlı olan ve Tanrı tarafından kendilerine bahşedilen düşünme yetisini kullanmayan kitlenin de bir yansıması niteliğinde. Kuşku duymamak ve sıkı sıkıya bağlı olunan değerlerin uyuşturduğu zihnin rasyonellikten uzaklaşmasının sebeplerinden biri olarak erk sahiplerinin olmasını istediği toplum düzeni doğrultusunda uyguladıkları politikalar şeklinde ifade edebilir miyiz?
Halil, aslında filmde anlatmak istediğimi soru olarak birebir bana soruyorsun şu an. Film, izleyenlerde bu hissi, bu düşünceyi oluşturabiliyorsa zihinlerinde ufacık da olsa bir “acaba” kelimesi yankılanıyorsa bu beni mutlu eder. Sorunun net cevabına gelirsek; kesinlikle ifade edebiliriz.
Kuşku duymak pek çok kişi tarafından olumsuz bir eylem gibi görülse de akılcı bir düşünmeyle gerçekleri olduğu gibi kabul etmemek adına da son derece değerli. Siz kuşku duymayı nasıl tanımlarsınız?
Bizim kültürümüzde ya da benzeri Orta Doğu kültürlerinde inandıklarımıza, doğru bildiklerimize sıkı sıkıya tutunuruz. Gerçeklik önemini yitirir. Tek derdimiz; yanılmamak ve inandığımız şeyin elimizden kayıp gitmemesi olur. Hatta bazen inandığının yanlış olduğunu içten içe bilsen bile yine de o durumu savunursun. Çünkü inandığının elinden kayıp gitmesinden korkarsın. Bu korkaklık da maalesef sorgulamayı ortadan kaldırır. Sorgulama kültürünün olmadığı bir yerde da toplumun genlerine işlemiş konularda kuşku duymak çok zordur. Senin de söylediğin gibi kuşku, aslında gerçeğe açılan bir kapı. Çünkü kuşku duyduğunuz bir şeyin derin araştırmasına girişir, doğruluğunu sorgulamaya başlarsınız. Bu da sizi hem yeni bir şeyler öğrenmeye hem de gerçeğe götürür. Şimdi böyle düşündüğümde kuşku için; gerçeğe ulaşmak için çiğnenen yolun başlangıcı diyebilirim.
Bazı kişiler, inandığı her türlü “şey”in gerçek olamayacağı düşüncesine karşı geliştirdiği savunma mekanizmasıyla kuşku duymayı zihninden tamamen silerek istemeyerek de olsa teslimiyetçi davranışlar sergiliyor. Yaşamınız boyunca kuşkuyu geri plana attığınız anlar oldu mu hiç?
Şöyle bir olay oldu diyebileceğim bir şey hatırlamıyorum ama elbette olmuştur. Geniş kapsamlı baktığımda inanç ya da bir olay üzerinden değil ama insan bakımından kuşkuyu geri plana atmış olabilirim. Bazen yakın arkadaşlarım uyarır. “Senin düşündüğün gibi biri değil. O, başka işler peşinde” gibi bir dizi uyarı gelir. Yine de eğer o kişinin iyi bir insan olduğunu düşünüyorsam uyarıları pek dikkate almam. O kişi üzerinde bir şüpheye düşmem. Düşmediğim şüphenin sonunda kendimi aldatılmış olarak bulurum.
Filmin karanlık atmosferi ve gittikçe artan korku-gerilim uyumu, hikayenin ıssız dehlizlerindeki boşlukta tek başına bırakıyor seyircisini. Bu noktada görüntü yönetmeni Ece Latifaoğlu’na da ayrı bir parantez açmak gerekecek sanırım.
Kesinlikle açmalıyız. Ece, çok yetenekli, çalışkan, kendini sürekli geliştiren ve Türk sinemasına yakında önemli filmler yapacak bir görüntü yönetmeni. Yakın geçmişte bir uzun metraj film de çekti. İsmini bundan sonra çok daha fazla duyacağız. Bu röportaj aracılığıyla beni kendisiyle tanıştıran Ahmet Sesigürgil’e de teşekkür etmek isterim. Kuşku için ilk Ahmet’le konuştuk. Ön hazırlık döneminde filme çok fazla katkısı oldu ve filmimizde süpervizör olarak yer aldı. Ben de iki şahane görüntü yönetmenin kanatları altında güvenle bir film yapmış oldum.
Bazı senaristler senaryosunu yazarken henüz bir isimle anlaşılmamışken “Ben bu karakteri şu oyuncu veya oyuncuyu düşünerek tam da onun için yazdım” der. Siz bu bağlamda senaryonun yazım aşamasında Beyti Engin ve Emrullah Çakay’ı başrollerinizde görme hayaliyle mi yazdınız?
Hikayelerimi tasarlarken herhangi bir oyuncuyu hayal etmiyorum. Her şeyi tamamladıktan sonra acaba uygun cast kim olabilir sorusu gündeme geliyor. Filmde çok fazla diyalog yok. Bu yüzden anlatmak istediğimiz duygunun seyircide yankı bulabilmesi için Sait rolünü, çok iyi bir oyuncuyla hayata geçirmek zorundaydık. Bakışı, mimiği, jesti, küçücük bir hareketiyle çok fazla şey anlatabilecek bir oyuncuya ihtiyacımız vardı. Beyti, uzun yıllardır takip ettiğim ve hayranlıkla izlediğim bir aktör. Senaryoyu bitirdiğimde aklımdaki ilk oyunculardandı. Ortak dostumuz, abimiz Ünal Silver’in de ön ayak olmasıyla senaryoyu Beyti’ye yolladım. O da komedi dışında bir şeyler yapmak istediğini ve senaryoyu bir çırpıda okuduğunu söyleyince ikimiz için keyifli ve yorucu serüven başladı. Sette de “İyi ki Beyti’yle çalışmışız ve o da bizi kabul etmiş” dedim. Karakterin psikolojisini ve benim ne istediğimi hızlıca anladı. Beni sette çok rahatlattı. Zor sahneleri, Beyti’nin oyunculuğu sayesinde kolayca atlattık. Oyuncu arkadaşım Özgür Emre Yıldırım, senaryoyu okuduğunda Emrullah’a mutlaka bak dedi. Oynadığı bir dizide Emrullah’ın olduğu bölümleri izledim ve hemen telefona sarıldım. Birbirimizi hiç tanımamamıza rağmen çok sıcak konuştuk. İlişkimiz hızlı başladı yani. Emrullah, yakın geleceğin önemli aktörlerinden olacak kadar yetenekli bir oyuncu. Bir de yüz ve fiziksel özellikleri bakımından zihnimdeki belediye çalışanıydı. Onları düşünerek yazmadım ama onlar düşündüğümün de üzerinde bir türbedar ve belediye çalışanı ortaya çıkardılar.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Bu konu çok fazla parametreleri içinde barındırıyor. Sıçrama tahtası olarak görülmesine karşı olduğumu söyleyebilirim. Çünkü kısa filmin ritmi, hikayesi, anlatı tarzı uzun metraja göre çok farklı. Kısa metrajı, ayrı bir alan olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Bir yandan da ekonomik gerçekler var. Maalesef kısa metraj film yaparak hayatınızı idame ettirmeniz mümkün değil. Bu gerçekler ışığında çoğu yönetmen buna ben de dahilim; dile getirmesek de kısa metraja haksızlık edip sıçrama tahtası olarak görüyoruz sanırım.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
2021 yılında bakanlıktan destek alan kısa filmim Kirli Göç için çalışmalarımız devam ediyor. Yapımcılarım Koray Arıgümüş ve Çağan Gümrükçü, filmin kalan bütçesini tamamlamak için çalışıyorlar. Ben de onların sıkı çalışmalarından bana kalan boş zamanda, “İnziva ismindeki senaryoma mı önceliği vermeliyim yoksa Kirli Göç’ün uzunu niteliğinde başka bir hikayem var ona mı yönelmeliyim?” düşünceleri içinde mekik dokuyorum.