Alman auter sinemasının önemli yönetmenlerinden olan ve özellikle 90’lı yıllarda çektiği filmlerle adından uzun süre söz ettiren Wim Wenders’ın yeni filmi Her Şey Güzel Olacak seyirciyle buluştu. Son yıllarda ortaya koyduğu işlerle eski başarısını aratan yönetmen son filmi ile bu yargıyı yıkmak istemiş.
Tomas Eldan isimli bir yazarın hayatı, gelgitleri ve çevresindeki insanlarda bıraktığı etkilerin etrafında dönen film yine aynı karakterin geçirdiği bir trafik kazası ile başlıyor. Sevgilisi ile sorunlu bir hayat yaşayan yazar, yazmaya daha iyi odaklanıp yeni bir eser çıkarmak için yollara düşüyor ve bu yolculuk sırasında sevgilisi Sara ile konuşurken hiç ummadığı bir şey oluyor; aniden karşısına çıkan bir çocuk ve kaza! Her şeyin başlangıcı olan bu kaza küçük bir çocuğun abisini, bir annenin çocuğunu, bir yazarın ise benliği kaybetmesine neden oluyor.
Kaza sonrası psikolojik sıkıntı yaşayan Tomas, atlatılması güç bu olayı ‘bastırmakla’ geçiştiriyor. Bu karmaşaya yaşadığı gelgitler ekleniyor. Önce sevgilisinden ayrılıyor, ardından eski bir hayranı olan Ann ve kızı ile birlikte yaşamaya başlıyor. Bu karar her iki tarafın birbirini yakından tanımalarına ve bazı saklı duygularıyla yüzleşmelerine neden oluyor.
Filmdeki psikolojik gerilimi yükselten biri daha var, o da kazada hayatını kaybeden Nicholas’ın kardeşi Cristopher. Uzun süre birbirlerini görmeyen bu iki insanın yolu, Cristopher’in bir mektubuyla yeniden kesişiyor. Mektupta oldukça masumane bir şekilde gerçekleşeceği belirtilen buluşma gerçekte o kadar da rahat geçmiyor, her iki tarafın itirafları ortaya döküyor. Cristopher’ın bahsettiği önemli bir nokta da, Tomas’ın kaza öncesi eserlerinin kaza sonrasındakilerden daha başarısız olmasıdır. Olayın yaşattığı psikoloji bir kırılmaya neden olmuş olabilir pek tabi, zaten Tomas’ın da kendisini sorguladığı bir konu bu.
Kazaya doğrdudan bakınca –filmin de yönlendirmesi doğrultusunda- tek bir kişiyi, Tomas’ı etkilediğini düşündüğümüz olay, aslında pek çok insanın hayatının seyrini değiştiriyor. Zira herkesin bir başkasına bir özür borcu vardır. Herkes suçlu ve herkesin bağışlanmaya ihtiyacı olduğu mesajı filmin zeminini oluşturuyor, öznel bir bakışla.
Oyunculuklarda genel itibariyle başarılı bir tablo gözlemliyoruz, Tomas rolündeki James Franco yazarın yaşadığı o duygusal devinimleri, sıkıntıları seyirciye hissettirme konusunda fazlasıyla başarılı. Aynı şekilde filmin teknik boyutuna baktığımızda da özellikle görüntü ve sanat yönetmenliği açısından başarılı bir film izliyoruz, bunda Wim Wenders’ın tecrübesini de görmezden gelemeyiz tabi.
Günümüzdeki filmlere kıyasla üstün olan bu teknik ve sanatsal başarının Wenders’ın standartının altında olduğu dipnotunu da düşmek lazım. Bu iki güzel etmeni tamamlayıcı olarak; filmin müziklerini yapan Alexandre Desplat filmin atmosferi için en önemli katkıyı yapıyor, şairane tabloları birkaç kaç yukarıya taşıyan ve olaylardaki hissiyatı güçlendiren müzikleri film için oldukça önemli bir yerde duruyor.
Sonuç olarak; Paris, Texas gibi filmlere imza atan, şiirsel kamerasıyla birçok gence ilham veren, derinlikli hikâye ve karakter tasvirleriyle dikkat çeken, Alman sinemasının en önemli auter yönetmenlerinden Wim Wenders’ın filmografisinde oluşturduğu çizginin birkaç tık altında kalan bu film, artık sadece basit bir eğlenceye dönüşmüş olan –en azından zihinsel olarak çoğunluğun hissiyatı böyle- sinema sektöründe anlamlı bir yapım olarak kendine yer buluyor.