“Bazı Hikayeler Uzun Olmaz, Bazıları da Kısa”

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 73. haftasından herkese merhaba. Her ne kadar kurmaca olarak nitelendirsek de her kısa film, yer aldığı toplumun siyasi ve kültürel tarihini yansıtan ayrıntılarla örülüdür. Bugünün veya geçmişin toplumsal hafızasında yer edinen durumların hikayedeki işleniş biçimi de filmin başarısı ve etkisini hiç kuşkusuz doğrudan etkiler. Bu haftaki röportaj konuğum Aram Dildar da işbu nokta üzerinden hareket ederek hikayesinin oluşumunu ve neler anlatmak istediğini paylaşacak. Avucunun içi gibi bildiği memleketindeki bir köye atanan öğretmenin haritada veya herhangi bir kayıtta yer almayan bu yeri arama macerasını yer yer mizahi bir dille anlatan Navnisan, üzerine konuşacağımız film olacak.

Filmin yönetmeni Aram Dildar ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

***NOT: Film şu an için MUBI Türkiye kataloğunda yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Aram Dildar?

Ben 1990 yılında Batman’da doğdum. Liseyi bitirdikten sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünü kazandıktan sonra İstanbul’a yerleştim. Lisedeyken tek isteğim sinema okumaktı ve tüm tercihlerimi sinema bölümüne verdim. İlk yıl Press filminde oynadım. Daha sonra başka filmlerde oynadım. Şimdiye kadar beş kısa film çektim. Hem oyunculuk yapmaya devam ediyorum hem de koşullar elverdikçe film yapmaya çalışıyorum.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?

Yazım süreci biraz uzun ve aralıklı oldu. Bir versiyon yazıp 2019’da çekmeye başladım ama teknik aksaklıklar sebebiyle filmi yarıda bırakmak zorunda kaldım. Daha sonra hikayeden uzaklaştım. Batman’da Yeni Sinema atölyesinin Kültür İçin Alan ile birlikte düzenlediği “Yazıdan Beyaz Perdeye Uyarlama Atölyesi” vardı, oraya başvurdum. Daha önce filmi yarıda bırakmış olmanın verdiği bir huzursuzluk vardı üzerimde ama yapmayı da çok istediğim bir hikayeydi. Kenan Demir’e gerçek hikayeyi, benim yazdığım tüm notlarla birlikte eski senaryomu teslim ettim ve ondan bir öykü yazmasını istedim çünkü ben hikayeye geri dönmek istemiyordum. Kenan bir edebiyat metni olarak öyküyü yazdıktan sonra ben tekrar sevmeye başladım ve atölye kapsamında yeniden oturup hikayeyi yazdım. İlk yazdığım senaryodan çok başka bir şey oldu.

Filmin hikayesi, Türkiye’deki tüm yerleşim yerlerinin üçte birini oluşturan 28 bin Kürt, Ermeni, Süryani, Arap ve Rum yerleşim yeri isimlerinin, orijinal anlamlarından uzak Türkçe isimlerle değiştirilmesiyle ilgili tarihi bir gerçekliğe dayanıyor. Filmin senaryosunu yazmaya sizi iten bu gerçeklikle nasıl tanıştınız? Tanık olduğunuz veya duyduğunuz bir olayın etkisi mi oldu?

Ben yıllar önce Diyarbakır surları ve Hevsel Bahçeleri’nin dünya miras listesine alınması ile ilgili bir video çalışmasında yer alırken bize rehberlik eden Kenan Özhal ile tanıştım.  Kenan hoca Diyarbakır tarihini anlatırken kendisinin ilk öğretmen olma hikayesini bana anlattı. O an çok hoşuma gitti anlattığı şeyler. Aradan sanırım sekiz yıl geçmişti. Hikaye ara ara aklıma geliyordu ve 2019 yılında yapmaya kesin olarak karar verdim ama hikayenin birçok detayına ihtiyacım vardı. Tekrar Kenan hocayı bulup onunla uzun uzun konuşmak istedim fakat o dönem Kenan hocanın adını unutmuştum, ilk önce onu bulmam gerekiyordu. Diyarbakır’da sordum ve sonunda buldum ama Kenan hoca çok hastaydı, Ankara’da hastanede yatıyordu ama tekrar irtibat kurmuştuk. Aylar sonra Kenan hoca iyileşmişti ve buluştuk. İki saate yakın bir ses kaydı aldım. Tabi film gerçek bir hikayeye dayanıyor fakat birebir aynı değil.

Navnisan, odak noktasına aldığı yerleşim yer adlarının ve dağ, göl, tepe gibi doğal yer adlarının Türkçeleştirilmesine veya değiştirilmesi meselesini mizahi bir dille eleştiriyor ve bu da ciddi olan bir konuyu biraz olsun yumuşatıyor. Hassas denebilecek bu konuyu tatlı-sert bir anlatımla ele alırken dengeyi nasıl sağladınız?

Ben hikayeyi anlatırken bu durumun kendisinin ne kadar insanlık dışı bir şey olduğunu biliyordum ve bu isimleri verilirken gerçekten orada yaşayan insanlarla dalga geçilmiş gibi bir hal vardı sanki. Ben de onlarla dalga geçmek istedim. Bir de hikaye anlatma biçimi kişiden kişiye değişiyor. Bu bilinçli ya da istem dışı oluşan bir şey. Ben de böyle hikaye anlatmayı seviyorum ve böyle şeyler şimdilik ilgimi çekiyor.

T.C. İçişleri Bakanlığı bünyesinde kurulan ve 1983 yılında yeniden faaliyete geçerek 280 köyün daha adını Türkçeleştiren “Ad Değiştirme İhtisas Kurulu”, daha sonrasında Cumhurbaşkanlığı kararıyla feshedilmişti. Kararın nedeni ise isim değişikliği yapılacak yerlerin bulunamaması olarak açıklanmıştı. İsimlerin değiştirilmesinde kültürel etkenlerin hiçe sayılarak bambaşka anlamlara gelen isimlerle değiştirilmesinin yarattığı etkilere dair sizin görüşleriniz neler?

Bu planlı bir asimilasyon politikası. Günümüzde de devam ediyor. Kayyumlar sonrası Kürtçe tabelalar indirildi vs. Kocaman büyük bir coğrafyayı uyduruk isimler ile özünden koparacaklarını hayal ettiler. Büyük oranda başarısız bir proje çünkü insanlar hala kendi köylerinin orijinal adını söylemeden yan köydekiler bile doğru düzgün tanımaz. Fakat asimilasyon politikaları sadece isim değişikliği üzerinden kurgulanmadığı için ciddi bir tehlike var. Bir kültürü, dili, hafızayı ve fiziki olarak da bir toplumu yok etmeye çalışmak zaten insanlık suçu.

Avucunun içi gibi bildiği memleketindeki bir köye atanan öğretmenin haritada veya herhangi bir kayıtta yer almayan bu yeri arama macerasını yer yer mizahi bir dille anlatan Navnisan aynı zamanda bir yol hikayesi. Karakterin çaresizliğini net biçimde ortaya koyan yaşadıklarını yazma sürecinde olaya duygusal açıdan nasıl yaklaştınız?

Yazarken çok zorlandım, yol hikayeleri çekmek biraz zor çünkü set sürekli mekan değiştirmek zorunda ve maliyetler artıyor. Şehir içine dönem dekoru kurmam imkânsızdı ve böyle bir kırsalda çekmeye karar verdim.  “Bir insan evinde nasıl kaybolur?” sorusunu sordum kendime. Yatalak, hafızası gidip gelen bir karakter de ekleyerek ana karakterin ruh haline dokunsun istedim. Çok fazla karakter odaklı olsun da istemedim, o sadece arasın ve kaybolsun.

Devletlerin farklı dönemlerdeki mevcut politikaları, o ülkede yaşayan insanlar için azınlıkta kalmanın acı bir faturası oluyor adeta. Bunu dünyanın pek çok noktasında çoğu zaman ırkçılığa varan biçimlerde görebiliyoruz. Gücü pek çok şekilde elinde tutan mevcut otoritenin bu yaklaşımının ortaya çıkardığı değişimler, bir toplumu nasıl değiştirir?

Bunu açıklamak gerçekten bir uzmanlık alanı gerektirir. Sosyolojik ve psikolojik çok derin yaralar açtığı kesin. Canlı canlı yaşayan devam eden bir hafızayı öldürmeye çalışmak gibi. Boş bir araziye bir yerleşim kurup ona isim vermiyorlar. Yaşayan bir şeye sert bir müdahale ve elbet sonu kaos.

Filmdeki olaylar 80’ler Türkiye’sinde geçiyor. Filmin atmosferi ve yaşanan olaylar da seyirciye o atmosferi yaşatmayı başarıyor. Kısa film çekmek isteyen yönetmenler için özellikle zorlu bir maddi külfet getiren bu dönem hikayesinin altından nasıl kalktınız?

Eğer yaşattığını düşündüyseniz bu beni sevindirdi, teşekkür ederim. Benim de maddi olarak çok az bir bütçem vardı. Ekip çok yardımcı oldu. Filmi kırsal alanda ve bazı iç mekanlarda çektiğimiz için biraz maliyeti düşürdük. Dönem filmi yapmak her açıdan zahmetli. Koşullar biraz daha iyi olsaydı çok daha fazla ve dikkatli çekmek isterdim. Ufak tefek aksaklıklar olsa da çok umursamadım açıkçası. Bir daha dönem çekersem maliyetini iyi hesaplamak ve o bütçeyi toplayana kadar beklemem gerektiğine karar verdim.

Film, bir dönemi anlattığı için seyirciyi o atmosferin içine dahil etmek adına sıkı da bir araştırma yapmak gerekiyor belgesel film çekermişçesine. Bu süreç sizi zorladı mı?

Elbette ben de çeşitli okumalar araştırmalar yaptım. Bu konuda tez yazan insanlarla görüştüm. Tanıklarla konuştum. Zaten bildiğim bir şeydi ama hikaye yazmak için bildiğimizi düşündüğümüz şeyleri bile yeniden gözden geçirmek, araştırmak gerekiyor. Başınıza gelmiş bir olayı bile anlatsanız bence yine okumalar benzer hikayeleri gözden geçirmek gerek.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Ben daha uzun çekmedim o hissi bilmiyorum. Bir uzun çekersem bir daha kısa yapar mıyım onu zaman gösterecek. Ama ben kısa hikaye okumayı da çekmeyi de çok seviyorum. Bazı hikayeler asla uzun olmaz, bazıları da kısa. O yüzden çok sevdiğim bir hikaye çıkarsa o hikayenin ihtiyaç duyduğunu düşündüğüm sürede bırakırım.

İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?

Şu an bir uzun metraj yazıyorum. İlk başta kısa olarak yazmıştım ama bu uzar diye düşündüm. Umarım yanılmam ama uzuyor hala. Şu an tek isteğim o hikayenin senaryonun çıktısını alıp masama koymak. Filmin adı Berbat Güzellik.

PAYLAŞ

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir