Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 67. haftasından herkese merhaba. Onlarca genç yönetmenin sesini duyurduğum röportaj serimde bu haftaki konuğu Barış Özcan olacak. Sorgulamaya iten hikaye anlatımıyla farklı ve etkili bir iş ortaya koyan genç yönetmenin filminin başrollerinde ise Burak Demir, Özlem Çınar ve Yiğit Ali Tokay yer alıyor. Evde sürekli hakkında konuşulan Fahriye isimli kadının, babasının eve getirdiği tablodaki kadın olduğunu düşünen bir çocuğun evdeki huzursuzluğu tablo üzerinden yorumlamasını anlatan Fahriyem, üzerine konuşacağımız film olacak.
Barış Özcan ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikayesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Barış Özcan?
23 yaşındayım. Üniversite için İstanbul’a gelene kadar Afyonkarahisar’da yaşadım. Koç Üniversitesi’nde başlamış olduğum hukuk eğitimini yarıda bırakıp hayallerimin peşinden gittim, yine aynı üniversitenin sinema ve sosyoloji bölümlerinden mezun oldum. Bir yandan hikayeler yazıp kısa filmler ve belgeseller çekerken bir yandan da üniversite arkadaşlarımla kurduğum kreatif ajansta para kazanmaya çalışıyorum.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyonu ne kadar sürede tamamlandı?
Filmin hikayesi çekimlerin gerçekleştiği yıl olan 2021’den tam üç sene önce başladı. Senarist Ayşe Zeynep Kalleci’yle başladığımız yazım sürecinde yazdık, bekledik, yazdıklarımıza tekrar dönüp baktık. Yeniden düzenledik, açıkçası içimize sinip tüm noktalarda istediğimiz yere gelene kadar yazım süreci devam etti. Hazırlığımız ise biraz da pandeminin etkisiyle 7-8 ay sürdü. Prodüksiyonu sıfırdan geliştirmek güzel bir deneyim oldu. Çekimler, 2021 nisan ayının son haftası üç günde yapıldı. Tek mekanda geçen bir hikayenin avantajı diyebilirim bu anlamda. Post-prodüksiyon süreciyle de birlikte 2018’de başlayan hikaye 2021 temmuz’da tamamlanmış oldu.
Filmin ortaya çıkış hikayesi nasıl gerçekleşti?
Fahriye Abla şiiri küçüklüğümde babamdan duyduğum bir şiirdi. Küçükken Fahriye Abla’nın nasıl bir karakter olduğunu hep merak ederdim. Aradan geçen yıllar sonra bu güzel şiirden hareketle bir hikaye yazma fikriyle yola çıktık. Fakat bu şiiri özellikle şiire dair daha önce yapılmış işlerden daha farklı nasıl ele alabilirim sorusu kafamda büyük bir soru işaretiydi. İşte bu noktada senaristimiz Ayşe Zeynep Kalleci, Fahriye Abla’yı bir sembol olarak kullanma fikriyle çıkagelince taşlar yerine oturdu. Fahriye Abla şiirinde benim için en önemli nokta diğer dizeler “Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye Abla” diye biterken son dizenin “Ne güzel komşumdun sen Fahriye Abla” diye bitmesiydi. Demek ki Fahriye Abla mahalledeki herkes için unutulmuşken şiirin anlatıcısı tarafından içselleştirilmiş ve olduğu maddi formdan farklı bir sembol haline geçmişti. İşte Fahriye Abla sembolü üzerinden Fahriye’nin kendisini göstermeden bir anlatı kurma fikri filmin en temel ortaya çıkış kaynağı oldu.
Senaryoda sizden ayrı Ayşe Zeynep Kalleci imzası da bulunuyor. Senaryoyu birlikte yazmak sizin için nasıl bir deneyimdi? Ne gibi avantajlar sağladı?
Kesinlikle çok verimli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle senaryo yazım sürecinde beni en çok geren konulardan bir tanesi derdimin seyirciye ne ölçüde geçeceği. Benim kendi kafamda hayal ettiğim, tüm hikayesini kafamda bildiğim bir karakteri, o karaktere dair hiçbir bilgisi olmayan seyirciye kısa bir sürede tanıtmak ve o karakterin söylediği sözleri aldığı aksiyonları seyirci için oturaklı ve anlamlı kılmak bence çok önemli bir nokta. İşte burada iki senarist olmak gerçek bir farklılık yarattı. Çünkü hem film ekibinin hem de seyircinin karşısına çıkmadan önce kağıt üzerinde hikaye, karakterler ve diyaloglar için birbirimizi ikna etmeliydik. Zeynep’le birlikte ikimizin de içine sinecek, inanılır karakterler ve inanılır bir hikaye yaratmak adına kafa yorarken aslında iki farklı hayal gücünü ve iki farklı hayat deneyimini birleştirdik. Bu da yazarlar için gerçekten yeni anlatılar oluşturabilmek adına çok verimli diyebilirim.
Filminizin prodüksiyon süreci pandemi dönemine denk geldi. Bu süreç boyunca hangi zorlukları yaşadınız ve bunları nasıl aştınız?
Pandemi sürecinde yaşadığımız üç temel sıkıntı; mekan bulmak, oyuncularla anlaşmak ve set ekibini sağlığını korumaktı. Tüm çekim bir apartman dairesinde gerçekleştirileceği için o evin her detayı benim için çok önemliydi. Camın yerinden kapının baktığı açıya her şey senaryodaki evle uygun olmalıydı. Pandemi sebebiyle ev sahipleri 20 kişilik bir set ekibini ağırlamak konusunda hiç istekli değildi. Bütçe sebebiyle de bir mekancıyla çalışamadığımız için uzunca bir süre airBNB ve sahibinden.com üzerinden sanki kiracı gibi ev takip eder olduk. Bir yandan da oyuncularımızın takvimi ile evin uygunluğu tam uyuşmalıydı. Uzun arayışlar sonucu kiralık bir ev bulduk ve kiralanmasına 15 gün kala çekim için anlaştık. Oyuncular konusunda da bir başka problem pandemi şartlarında onlara uygun bir ortam sağlamak ve onları ikna etmekti. Sağ olsunlar hem başrollerimiz Burak Demir ve Özlem Çınar hem de yardımcı oyuncularımız kendi takvimlerinde yer açtılar ve bize inanılmaz destek oldular. Bizim gençlik enerjimiz ve onların sanat filmlerine olan heyecanı mükemmel bir uyum sağladı diyebilirim. Sağlık önlemleri olarak da tüm ekibe girişte çıkışta PCR testi yaptırdık. Yine bütçe içinde kalabilmek adına elimde baklavam filmin çekildiği ilçenin ilçe sağlık müdürüne gittim. Kendisi bize yardımcı oldu. Benim için tüm bu süreç zorlayıcı olsa da güzel bir ders oldu. Sinema bir ekip işi ve bu filmin gerçekleşmesinde fedakarlıkta bulunan herkesin bizlere olan güveni aslında son ürünün kalitesine çok önemli bir katkı. Bu yolda hem hayalimizdeki, kağıtlardaki fikirleri gerçek yaptık hem de gerçek dostlar edindik diyebilirim.
Evde sürekli hakkında konuşulan Fahriye isimli kadının, babasının eve getirdiği tablodaki kadın olduğunu düşünen Ahmet’in evdeki huzursuzluğu tablo üzerinden yorumlamasını izliyoruz filmde. Farklı bir obje yerine tablo seçmenizin özel bir sebebi var mı?
Tablolar duyguları, yaşanmışlıkları insanları bir ana hapsederek, yakalanan sabit bir anın detayları üzerinden derin hikayeler anlatır. Filmdeki karakterler de hem bulundukları evde hem birbirleriyle olan ilişkilerinde hem de kendi iç dünyalarında bir huzursuzluğa hapis haldeler. Bir yandan da kısa filmi de uzun bir hikayenin ve uzun yaşanmışlıkların bir an üzerinden anlatılması olarak görüyorum. İşte bu iki konseptin birleştirilmesi adına tablo fikrinden ilerledik. Seçtiğimiz tablo empresyonist ressam Edgar Degas’ya ait. Filmin merkezinde tablo varken o tablonun hangi akımdan nasıl bir tablo olacağı çok önemliydi. Empresyonist ressamların temel hareket noktası kısa bir sürede, tablonun konusu olan an yaşanırken, o andan akıllarında kalanları zaman elverdikçe resmedebilmelidir. Filmde Ahmet’in duygu dünyası, şiirin bende bıraktığı hissiyat, filme dair her detay beni bir tabloya ve tablolar içinden de bu tabloya götürdü.
Uzun veya kısa metrajlarda hikayeyi bir yetişkin yerine çocuğun gözünden vermek yönetmenler için zorlu tercihlerin başında gelir. Filminizde bir çocukla çalışmak ve onun perspektifinden anlatmanın sizi zorladığı noktalar oldu mu?
Bu soruya iki farklı noktadan cevap vermek isterim. Öncelikle oyuncu olarak bir çocukla çalışmak çok enteresan bir deneyim oldu. Oynadığı karakterin ve etrafındaki diğer karakterlerin davranışlarındaki motivasyonu tam olarak kavraması mümkün olmayan bir çocuğa “neden” sorusunu anlatmak tam olarak mümkün olmuyor. Burada biraz taklit yöntemini kullanarak çocuk oyuncuya rolünü anlatmak durumundaydık. Bir yandan da çocuğun bu doğal durumu filmdeki Ahmet karakteriyle de uyuştuğu için oyuncumuz Yiğit Ali’yi Ahmet karakterinin bildiklerinden ekstra bir bilgiyle beslemeyerek onu da Ahmet gibi etrafındakileri anlamlandırmaya çalışacağı bir noktada bırakmak istedik. Hikaye anlatıcılığı noktasında ise bir çocuk gibi düşünerek yazmak, olaylar yaşanırken bir çocuğun neye odaklanacağını düşünmek bizim için çok kritikti. Tüm bu süreçte kendi çocukluğumdan anılarımı gözden geçirdim. Bu anıları ne kadar ve hangi yönleriyle hatırladığımı irdeledim ki aynı şiirdeki gibi geçmişte yaşanmış ve herkesin bildiği maddi bir olaydan bana kalanları, içselleştirdiğim manevi kısımları yakalayabileyim. Dolayısıyla bu hikaye bir çocuğun perspektifinin ötesinde çocukken yaşanan bir olaya dönüp baktığımızda akılda kalanları da taşısın istedim.
Yetişkinlerin dünyasına girmek isteyen Ahmet, kendisine örülen o sınırı bir türlü aşmayı başaramıyor. Bu noktada Ahmet’in tabloyla olan bağı da hikayeyi şekillendiriyor. Kişiliğin aile bireylerinin rol model yoluyla oluşmaya başladığı çocukluk döneminin soyut kısmını senaryo yazımında hangi noktalardan ele aldınız?
Çocuklar için, özellikle de benim gibi kardeşleri yoksa karşılaştıkları en yakın örnek aileleri oluyor. Bu rol modellerin etkileri belki de yıllar sonra o anlara dönüp bakıldığında kişinin yine kendi fikir dünyasında yorum buluyor. Bu bence bir paradoks. Sizi siz yapan kişilerin yine sizin benliğinizin temel taşlarını oluşturan unsurlara etkilerini anlamaya çalışmak akıl zorlayıcı. Kızsanız da mutlu olsanız da bu duyguları hissetmenize duyguların sonucu aynı zamanda sebebi. Ve bu size rol model olan kişiler için de onlara rol model olan kişiler için de geçerli. Genetik bir paradoks. Dolayısıyla rol modellerine bakarken onları iyi-kötü, suçlu-masum gibi keskin ve zıt noktalara itmek yerine onların duygularına tarafsız bir yerden yaklaşmak ve rol modelleri yalın haliyle anlatmak istedim. Eninde sonunda anne-babamız da biz de tüm bu rol modellerin etkilerini topluyor, bunları harmanlıyor daha sonra kişilik dünyamızda kırılmalar yaşıyor ve özgün bireyler haline geliyoruz. Geriye dönüp bakınca elimizde kalan tek gerçekçi şey de yaşananları anne-babamızın duygularını “anne-baba” modelinden değil de onların kendi özgün bireyselliği üzerinden kabul etmek ve bunlarla yalın halinde yüzleşmek diye düşünüyorum. İşte çocukluk döneminin soyut kısmı aslında geriye dönüp bakınca bu “genetik paradoksu” olduğu gibi kabul edebilmek diye düşünüyorum.
Filmdeki tablo adeta dördüncü bir başrol olarak kendine yer buluyor hikayenin içinde. İlk dakikadan itibaren olayların gidişatını belirleyen, karakterlerin gelişimlerini etkileyen ikinci bir kuvvet oluyor. Tablonun hikayenin içindeki dengeli konumunu korumayı nasıl başardınız?
Tablo evin ve filmin en temel taşı. Evde her şey değişiyor, tabloda resmedilen şey de değişiyor fakat orada bir tablonun varlığı sabit kalıyor. Tablo hikayede düğümlenmiş olan tüm duygu ve sorunların sıkıştığı sabit nokta. Fakat buradaki aile içi sorunlar tablo üzerinden gelişmese mutlaka başka bir obje başka bir olay üzerinden yine ortaya çıkacaktı. Çünkü ne olursa olsun huzursuzluk ancak insanların konuşması ile gerçek ve cesur bir aksiyon alması ile çözülebilir. Yoksa tabloyu çıkartmak tıkanıklığı bir süre açacak olsa da eninde sonunda o tıkanıklık yine oluşacak, o duvarda yeni bir tablo olacaktır. Filmde kurmak istediğimiz denge de buradan geçiyor. Tablo her zaman orada, karakterlerin omuzlarında, misafirlerin görüş alanında, kaçılamayacak bir gerçeklik olarak her zamanki yerinde. Ama o orada duruyor. Hareket etmiyor bir yere gitmiyor. Karakterler ona baktıkça onunla etkileşimde bulundukça ona kendilerine göre anlamlar kendilerine göre kızgınlıklar ve tutkular yükledikçe orada. Tablonun anlamı aslında karakterlerin ona yüklediği anlamlarla gerçek oluyor. Filmin sonunda Ahmet’in yaşadığı kırılma noktası işte tam bu dengeden geçiyor. Tablo yokken yan yana oturan anne-babası gerçek bir huzura kavuştu mu? Gerçekten bir daha duvarda tablo olmayacak mı? Tablolarla duvarı doldurmaya çalışmak dışa vurulamayan duyguların acısını tablolardan çıkartmak mı daha huzurlu daha anlamlı yoksa tablo gitse de onu düşünmek onu çizmeye devam etmek mi? Cesaret konuşmaktan, aksiyon almaktan kaçmakta mı yoksa hatıralardan çizmeye devam etmek gibi güçlü bir aksiyonla yola devam etmekte mi?
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Bu konudaki en büyük etkenin çok az kısa filmle karşılaşmamız olduğunu düşünüyorum. Bir yönetmen olarak uzunca bir süre ben de kısa filme bir sıçrama tahtası olarak baktım belki de hala bakıyorum. Kısa filmlerin dağıtımı ve görünürlüğü olmadıkça bu algının değişmesi zor geliyor. Fakat bir defa üretim sürecinin içine girince, büyük anlatıları, büyük duyguları, yaşanmışlıkları, insanları çok kısa bir süre içine sığdırabilmenin ve bunu da seyirci için anlamlı kılmanın yollarını ararken insan kısa metrajın ne kadar farklı bir alan olduğunu görüyor. Son yıllarda kesinlikle kısa filmlerin görünürlüğü arttı. Destekler ve dağıtım yavaş yavaş daha çok kısa filmle buluşuyor. Bir yandan da Türkiye’den çok kaliteli ve çok güzel işler çıkıyor. Yepyeni yönetmenler bambaşka kısa filmlerle büyük etkiler yaratıyor, yeni seyirciler kazanıyor. Umarım bunlar daha da artacaktır. Bazı hikâyeler uzun metrajda büyük etkiler yaratırken bazı hikâyeler de değerini kısa metrajda çok daha iyi gösterebilir diye düşünüyorum. Seyircilere kısa bir zamanda bambaşka ve güçlü duygular hissettirmek değerli, kariyerimde de hem uzun metraj hem de kısa metraj farklı hikâyeler anlatarak seyircilerle buluşabilmeyi çok isterim.
İlerleyen süreç için üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Çocuklardan kopamıyorum diyebilirim. Yine çocukların dünyasına döneceğim bir kısa hikâyem üzerine çalışıyorum. Bu sefer hareket noktam kendi çocukluğumda yaşadığım bir hikâyeden geliyor. Bunu ötesinde heyecanla yazmaya başlamak istediğim uzun metraj formatına daha uygun bazı hikâyelerim var. Umarım bu hikâyeler kendi yaşanmışlıklarımla birlikte gelişecek, değişecek, dönüşecek ve bir gün yine seyircilerle buluşacak.