“Mahallede çocukken, benim dayağımı yemeyen kalmamıştı ama gene de en çok beni severlerdi. Çünkü ben varken başka mahalleden kimse onlara karışamazdı.”
Dayı: Bir Adamın Hikâyesi’nin 85. dakikasında Cevahir’in ağzından bir gazinoda kurulmuş rakı sofrasında dökülen bu cümleler, filmi anlamak için kilit niteliğinde. Ama oraya gelmeden önce, filmin neden gündeme geldiğine bir bakalım.
Amazon, sessiz sedasız yerli bir filmi kataloğuna ekledi. Uğur Bayraktar’ın yazıp yönettiği ve Ufuk Bayraktar’ın başrolde yer aldığı Dayı: Bir Adamın Hikâyesi, 10 Aralık 2021’de büyük bir reklam kampanyası ve beklentilerle 338 salonda vizyona girmiş, 12 hafta gösterimde kalmış ve 465.367 biletli izleyiciye ulaşmıştı. 4 Mart 2022’de vizyona giren Bergen‘in seyirci rekoru kırmasını sağlayan yolu, 4 Şubat 2022’de gösterime sokulan Dilberay’ın 680.603 seyircisiyle birlikte açan filmdi yani Dayı: Bir Adamın Hikâyesi ve açıkçası pandeminin ağır etkilerinin sürdüğü bir dönemde şansını denediği için, en azından hasılat elde etme konusunda başarılı olduğu söylenebilir. Film şimdi de hiçbir duyuru yapılmadan Prime Video kataloğuna eklenerek “Amazon’da yayınlanan ilk yerli film” oldu. Amazon Prime Video yaklaşık 2 aydır Türkiye’deki içerik takvimini açıklamıyor, basın bülteni hazırlamıyor. Türkiye’yi hepten gözden mi çıkardılar diye düşündüğümüz bir noktada bu hamlenin gelmesi düşündürücü oldu. Disney+ ve HBO Max’in yayın hayatına başlamadan büyük bütçeler ayırıp yerli yapımlar hazırlatmaları ve Netflix’in her ülkedeki lokal çalışmaları düşünülünce, doğru bir adım attılar diyebiliriz fakat başlangıç noktası ne kadar doğru, tartışılır.
Dayı: Bir Adamın Hikâyesi‘nin, Ufuk Bayraktar tarafından hapisteyken yazılan konusu şöyle: Cevahir, Kırıkhan’da kalaycılık yaparak geçimini sağlayan bir ailenin en büyük oğludur. Köyde kavga nerede ise, Cevahir oradadır. Haylazlıklarından bıkmış olan ailesi onu çalışması için İstanbul’da kahvehane işlettiğini düşündükleri Seyfi’nin yanına gönderirler fakat Seyfi aslında kumar işindedir. Cevahir böylece yeraltı dünyasına ilk adımını atmış olur.
Filmin sayısız probleminden ilki, topluma mal olmuş bir figürün hayatını anlatıyor gibi davranması. Son yılların yükselişe geçen yerli biyografilerine özenip, Cevahir karakterini çocukluğundan itibaren anlatmaya başlıyor ama bu tercih, süreyi uzatıp filmi hantallaştırıyor. Cevahir’in hapisten çıktığı sahneyle açılan yapım önce 27 yıl geriye, sonra onun 4 yıl ilerisine, oradan 1 hafta sonraya ve derken 7 yıl daha atlıyor. Bu zaman sıçramalarıyla sunulan sahneler de (Top oynamaya kaçıyor diye annesinin tüfekle ateş ettiği küçük Cevahir, yediği dayak sonucu retinasında tahribat ve yüzde 80 görme kaybı oluştuğunu öğreniyor) o kadar önemli, karakteri derinleştirecek şeyler değil. Sonuçta bir tür duygusal eşkıya Cevahir ve Bayraktar kardeşler ne kadar isteseler de entelektüel izleyicinin onunla bağ kurması imkânsız. Geri kalanlar da zaten Cevahir’i olduğu gibi kabul edip, eylemlerini sorgulamayacakları için bu sahnelerin hepsi atılsa, filmden bir şey eksilmez. Gerçi film sona erdiğinde, yine de en çok tat veren bölümün bu giriş olduğuna ve belki de çocuk Cevahir’in hikayesinin yetişkin olandan daha ilgi çekici olduğuna hükmedebilirsiniz.
Cevahir’in İstanbul’a gelişiyle birlikte senaryo, yerli dizi izleklerine teslim oluyor. Taksici döverken tanışıp kısa sürede iyi arkadaş olduğu Sabahattin’in eklemlenen yan hikayesi şöyle mesela: Sevdiği gazino şarkıcısını bulmak için yaşadığı küçük şehri bırakıp İstanbul’a gelmiş. Elektrikçi olmasına rağmen garsonluk yapıyor çünkü bir gün yeniden o kadına rastlayacağını umuyor. Müşteri olarak gitse ya da kapından bakıp çıksa daha kolay olmaz mı? Gerçi, öz kardeşinin şarkı söylediği mekânda sahneye yakın bir masaya oturmak için “o benim kardeşim” demek yerine “Cevahir şunun kardeşi” diyecek kadar saçmalamaya yatkın biri olduğundan, bu davranışları “kendi içinde tutarlı(!)” addedebiliriz sanırım. Peşinden gidilen Zeki Demirkubuzvari şarkıcı kadın hikayesinin hiçbir yere bağlanmıyor oluşu da ayrı bir sorun.
Cevahir, bir tür eşkıya demiştik. Ama yaratılırken Şener Şen’in Eşkıya’sına özenildiyse, çok yanlış anlaşılmış. (Gerçi yapım aşamasında Tuncel Kurtiz’in Dayı’sının gençliği anlatılacak deniyordu ama onunla da bir bağ kuramadık.) Kendisiyle gelmek istemeyen genç bir kadını kolundan tutup sürükleyen birinin 2021 yapımı bir filmde yeri var mı, emin değilim. Gerçi aynı kadın, ona ilgisini itiraf ettirmek isterken “erkek değil misin sen yoksa” diyor. O yüzden bu da tutarlı diyebiliriz. Uğur Bayraktar’ın son 5 yıldır hiç Twitter’a girmediğini düşündüren bu politik yanlışlıklar komedyasının savunması elbette “bunlar böyle insanlar, ne bilirler diversity’yi, #metoo’yu, political correctness’ı” olabilir. Olayların yaşandığı dönem için bu tarz davranışlar genel geçerdir denebilir. Fakat biz bunları neden izliyoruz sorusunun cevabını vermeye yetmiyor. Güçlü bir sinema, hayır. Anlatılmaya değer bir hikâye, yok. Topluma mal olmuş bir insanın gerçek hayatı, o da değil. Neden o halde? Haraç aldığı yerlere ve hatta hapishaneye bir tür adalet getirdiği iddia edilerek herkesi mertliğine hayran bırakan süper bir kahraman mı Cevahir? “Herkesi döverim ama benden başka kimseye de dövdürtmem” diyen bir kahraman(!)
Uğur Bayraktar’ın yönetmenliği de evlere şenlik. Denizi yemyeşil, gökyüzünü Instagram grisi göstermek, renkleriyle fazla oynanmış İstanbul kartpostalları sunmakla dönem filmi yapılmıyor. Neyse ki sanat yönetimi başarılı, bütçesi yeterli her filmde olduğu gibi.
Filmin son 10 dakikasına ayrı bir parantez açmak isterim. Filmin türünü fantastiğe yaklaştıracak senaryo hamlelerinin ardı ardına sıralandığı, yazılırken çok zeki hissettirdiğini saklayamayan bu kısma şahit olmak için bile izlenebilir aslında Dayı: Bir Adamın Hikâyesi. Akıllara zarar finalle ilgili yorum yapmıyorum ama izlediğinize değeceğini söylemeliyim.