Sevdiğimiz oyunculardan Maggie Gyllenhaal 2020’de Netflix’in karantina günlükleri tadındaki projesi Homemade için bir kısa film hazırlamıştı ve hemen ertesi sene karşımıza yazıp yönettiği ilk uzun metrajıyla çıktı. Elena Ferrante’nin romanından uyarladığı Karanlık Kız / The Lost Daughter, tek başına tatil yaptığı Yunan adasında geçmişin hayaletleriyle boğuşan 48 yaşında bir kadını konu ediyor.
Açılış sahnesinde Leda’nın (Olivia Colman) sahilde, karnından yaralanmış şekilde tek başına yere kapaklandığını görüyor ve ölebileceğini düşünüyoruz. Maggie Gyllenhaal filminin tonunu burada ayarlayıp bir daha da oynatmıyor. İlk saniyelerde başlayan bu kâbus atmosferi neredeyse son sahneye kadar sürüyor ve parlak güneş ışığında anlatılan hikâye, izleyici üzerinde gerilim yaratmaktan bir an bile vazgeçmiyor.
Leda’nın kiraladığı yazlık ev ilk bakışta sıradan ve sevimli. Ancak kadının klima kullanmayı reddetmesiyle bastıran sıcak ve içeri giren zararsız böceğin yarattığı bir gerilim var. Eve bakan yaşlı Lyle’ın (Ed Harris) davranışlarına hep bir şüpheyle yaklaşıyor Leda. Kendisine içki ya da yemek ısmarladığında tersliyor, adama onu yatağa atmak istiyormuş gibi tiksinerek yaklaşıyor. Oysa ilk fırsatta Leda’yı kızı yaşında (ya da kızı gibi) gördüğünü söyleme fırsatı yakalayan ve ona yardımcı olmaktan başka arzusu olmayan Lyle, Leda başını omzuna koyduğunda bile bırakın cinsellik kokan bir hamle yapmayı, kadın rahatsız olmasın diye uyanana kadar kımıldamadan bekliyor. Herkese sert ve mesafeli yaklaşan Leda’nın sahildeki işlere bakan Will’e(Paul Mescal) fazla ilgi göstermesi, yemeğe çıkmak için ısrarı ve kendisiyle cinsel olarak ilgileniyormuş gibi davranması da bir başka tezat. Will’in gönlü başkasında çünkü.Maggie Gyllenhaal’un bu örneklerle anlatmak istediğim büyük başarısı, kamerasını Leda’nın göz hizasına yerleştirmeye gerek duymadan, tüm olanları onun bakış açısıyla seyretmemizi sağlayabilmesi. Leda’nın zihnindeki ağırlık, yüreğindeki korkular, gözünün önünde bunlara sebep olacak hiçbir eylem gerçekleşmese bile bize de yansıyıp bizi de tedirgin ediyor. Will’in yemek sırasında ona bakışlarında gördüğümüz hayranlık aslında kendisinin yıllar önce Profesör Hardy’ye (Peter Sarsgaard) duyduğu hayranlığın yansıması. Zaten her şey Leda’nın kafasında olup bitiyor. “Oyun oynuyorum” diye açıkladığı davranışları, sürüp giden hayatı kendince şekillendirme çabası. Ne, ne istediğini biliyor ne de gerçeklerle dürüst bir ilişki kuruyor. Aslında hepimiz biraz böyleyiz, dış dünyaya etki edemesek de iç dünyamızı bakış açımızla şekillendirebiliyoruz fakat Leda’nınki bunun uçlarda yaşanan bir formu. Maggie Gyllenhaal bu denli sade bir filmle tüm bunları anlatmayı nasıl başardı bilmiyorum ama keşke herkese öğretebilse.
Leda’nın güneşlendiği sahilde izlediği gürültücü ve kalabalık aileyle ilişkisi, filmin en büyük gerilim unsuru. Tüm fertlerle ilgili ön yargıları olsa da ailenin genç ve güzel gelini Nina (Dakota Johnson) ile küçük kızına ekstra bir ilgi gösteriyor.Filmin adının orijinal çevirisi “Kayıp Kız” olduğu için kafamızda sorular dönüp duruyor bu sahnelerde. Sahildeki küçük kız şimdi boğulacak mı, kayıp mı olacak, acaba Leda’nın kızı boğuldu mu zamanında, kayıp mı oldu… Leda’nın kafasından neler geçtiğini uzun süre anlayamıyoruz. Nina’ya baktıkça ona acıyor, gençliğinin boşa gittiğini, kızıyla uğraşmaktan bıktığını görüyor. Kendisini görüyor Nina’da ya da kendisini görmek istiyor. Nina, Leda değil ama Leda’nın kafasında aynı kaderi paylaşıyor.
Leda’nın küçük kızın kaybolan bebeğini çalıp eve getirmesi de annelik davranışlarının ve hayata bakışının metaforu görevinde. Önce oyuncak bebeğe kıyafet alarak onunla ilgilenmek, annelik etmek istiyor. Fakat ağlamayan sızlamayan bu bebeği dolaba tıkmaktan da güneşin altında bırakmaktan da çekinmiyor. Lyle evine geldiğinde onun görmesinden korkmuyor, Lyle’ın bebeği alıp götürme ihtimalini sorun etmiyor. (Böylece kurtulabilir bu sorumluluktan.) Lyle’ın bebeğin içinin su dolu olduğunu söylediği anda anlıyoruz ki çocuğu gibi bakma güdüsüyle yaklaştığı bebeğe bir an bile dikkat etmemiş. Nina’nın karanlık işler çevirdiğini düşündüğü kocası Toni’nin (Oliver Jackson-Cohen) arabasına yaslandığını düşünüp kızdığı gün bebeği çöpe atıyor. Evet, bir erkeğe kızıp acısını savunmasız bebekten çıkarıyor ancak ailedeki diğer mafyöz tip Vassili (Panos Koronis) ona sinemada arka çıkıncı bebeği çöpten çıkarıp aileye geri vermeye karar veriyor… Kısacası günlük hayatta karşısına çıkan sorunları bebeğe yansıtıp duruyor ve bu elbette küçük kızlarıyla ilişkisinin incelikli bir metaforu.
Karanlık Kız’ın üzerine bir bu kadar daha konuşulabilecek bir de Genç Leda (Jessie Buckley) akışı var. Leda’nın erkenden evlenip çocuk yaptığı, kızlarını büyütmekle boğuşurken akademik kariyer yapmak istediği ve çocuklarının kahramanı olmakla kendi hayatının başrolü olmak arasında gidip geldiği, film boyunca geriye dönüşlerle izlediğimiz olağanüstü güzellik ve sadelikte ikinci bir akış bu. Leda’nın şimdisini geçmişinden öğrendiğimiz bu sahneleri; 48 yaşındaki kadının yakasını bırakmayan anıları ve bu yaşanmışlıkların süre giden hayatı üzerindeki heyula gibi gölgesiyle o kadar iyi kotarmış ki Maggie Gyllenhaal, şapka çıkarmamak mümkün değil.
En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu ve En İyi Uyarlama Senaryo dallarında Oscar’a aday gösterilen film üç ödülü de tartışmasız hak ediyor. Venedik, Toronto, Londra dahil çeşitli festivallerde 105 ödüle aday gösterilip 27’sini evine götüren Karanlık Kız bizde 17 Aralık 2021’de vizyona girmişti ancak sadece 5236 biletli izleyiciye ulaşabildi. Dünya hakları Netflix’te olan ve birçok ülkede dijital platformdan izlenebilen yapımı yakında bizde de daha ulaşılabilir bulabilmek umuduyla diyelim.