‘Ön Yargıları Kırmak Çok da Zor Değil’

Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 39. haftasında kısa filmler çeken ve bunun yanı sıra sektördeki birçok uzun metraj, dizi, reklam ve kısa filmde yardımcı yönetmenlik/reji asistanlığı yapan bir isim bizlerle birlikte olacak. Bu hafta yönetmeniyle üzerine konuşacağımız kısa film, memurluğa yeni başlayan Bahadır ve mahallenin kedilerini beslemekten hoşlanan hanımefendi arasındaki çatışmalarla ilerleyen hikâyeyi işleyen Mahallenin Bazı Kedileri.

Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isim, Mahallenin Bazı Kedileri filminin yönetmen ve senaristi Emre Sefer.

Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.

***NOT: Film şu an için BluTV’de yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***

Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Emre Sefer?

1992 İstanbul doğumluyum. Çocukluğumdan itibaren hep film yapmak, film dünyasının içinde olma hedefiyle büyüdüm. Ortaokul ve lise yıllarında da tiyatro ile ilgilendim, handycam’imle filmler çektim. İstanbul Aydın Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema bölümünü kazandım. 2013 yılında, ikinci sınıftayken ilk kısa filmim Cesur’u çektim. Film, ödüller alıp festivallerde gösterilmeye başlamasıyla benim de önümü açtı ve reklamlarda, dizilerde stajyer olarak çalışmaya başladım. 2015 yılında bitirme projem Dört Numaradaki Melahat Hanım ile mezun oldum. Sonrasında da aktif olarak sektörde yönetmen yardımcılığı/reji asistanlığı yapmaya başladım. Orhan Oğuz, Ercan Kesal, Mehmet Bahadır Er, Selçuk Aydemir gibi sektörün önde gelen isimlerine asistanlık yaptım. 2019 yılında Mahallenin Bazı Kedileri’ni çektim, son olarak da Ağustos ayında Babamın Öldüğü Gün adlı kısa filmimin çekimlerini tamamladım.

Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?

Filmin hikayesi 2016 yılından beri kafamda dönüyordu. Bir türlü yazıya dökemiyordum aslında. Bir sinema atölyesinde tanıştığım yakın arkadaşım Seyit Mehmet Yıldız’a hikayemden bahsettim, filmi beraber yazmayı teklif ettim. 2018 yılında yazmaya başladık senaryoyu. İlk draftı yaklaşık bir ayda tamamlandı ve ben sonra yoğun bir dizi temposu içinde buldum kendimi. Çarpışma adlı dizide reji asistanlığı yapıyordum ve tahmin edebileceğiniz gibi şartlar oldukça ağırdı. Bu sebeple de filmi ne zaman çekeceğimizi konuşmayı bırakın, filmin varlığını bile unutmuştum. Sonrasında diziye 13. bölümde bir oyuncu dahil oldu, Şebnem Sönmez. Mehmet’le filmi yazarken “Hanımefendi” karakterini hep Şebnem Sönmez oynamalı diye düşünüyorduk hatta karakteri ona yazmıştık. Şebnem’le çalışmaya başladıkça, hikâyeyi ona anlatsam mı, filmi çeksek mi diye düşünmeye başladım. Kısa bir süre sonra Şebnem’e senaryodan bahsettim, birlikte çalışmayı çok istediğimi söyledim. Çok mutlu oldu, senaryoyu okumak istedi ve okuduktan sonra ertesi sabah mailimde “Hadi ne bekliyoruz, çekelim” cevabıyla karşılaştım ve filmin ön hazırlığı da böylelikle başladı. Biz tatil günlerimizde mekân bakmaya, teknik ekibi kurmaya, castı belirlemeye başladık. Dizinin çekimleri Haziran ayının ilk haftasında bitti, biz de 15 Haziran’da hızlı bir şekilde sete çıktık. Dört gün sürdü çekimler. Çok sahne ve çok mekân vardı fakat ona rağmen yorucu ama oldukça keyifli bir dört gün geçirdik. Post sürecimiz ise yaklaşık iki-iki buçuk ay sürdü, belki de biraz daha fazla. Hatta film festivallere seçilmeye başlamıştı ama ben halen ses miksajını yaptırıyordum.

Filmin hikâyesinin çıkış noktası yaşadığınız bir olaya mı dayalı yoksa tamamen kurgusal mı?

Filmin çıkış noktası, hikayesi kurgusal ancak ana karakterlerin hikayesinde gerçek hayattan kesitler var. Bir gün bir arkadaşımın kısa film setine giderken, otobüse bindim. Bir süre ilerledikten sonra otobüse bir kadın bindi. Eldivenleri, şapkası, uzun pardösüsü, güneş gözlüğü ile bir anda önümde belirdi “Hanımefendi”. Hiç kimse ile iletişime girmemeye, temas etmemeye çalışıp koltuğunun altındaki gazeteyi oturacağı yere koydu ve seyahat etmeye başladı. İnsanların bakışlarından rahatsız oluyordu, bu çok belliydi. Kısa bir süre seyahat ettikten sonra bir parkın önünde indi ve oraya ilerledi. Yolda trafik olduğu için ben de kadını izlemeye devam ettim. Kedileri sevmeye başladı, onlarla ilgileniyordu. O günden beri böyle bir karakterin hikayesi nasıl olur diye dönüyordu kafamda. Bahadır’ın hikayesi de biraz benim acemi şoförlüğümle ilişkili aslında. Arabayı yeni kullanmaya başladığım dönemde, park edemediğim, zorlandığım için bunu takıntı haline getirmiştim, babamla da şakayla karışık zıtlaşıyorduk sürekli. Bu iki karakter birlikte bir olaya karışsa nasıl olur diye düşünmeye başladım ve sonrasında böyle bir hikâye gelişti.

Filminiz memuriyete yeni başlamış ve araba kullanma konusunda aşırı derecede heyecanı olan Bahadır ile mahallenin kedili hanımefendisi arasındaki gülümseten bir hikâyeye bizlere sunuyor. Filminizin güldürü başarısında da her iki karakterin oldukça iyi çizilmiş profilleri de birinci etken. Karakterlerinizin yaratım süreci nasıl işledi?

İki karakteri bir araya getirmeyi uzun zamandır düşündüğüm için çok fazla çalıştım üstüne diyebilirim. Hikâyeyi oluştururken, senaryoyu yazarken de Hanımefendi’nin, Bahadır’ın nasıl konuştuğunu, nasıl giyindiğini, nasıl yürüdüğünü kısaca her şeyini kafamda döndürmeye başladım. Mehmet’le bir araya gelip, karakterleri konuşturmaya başlayınca da keyifli süreç başlamış oldu. Absürt ama sahici karakterler yaratmaya çalıştık, umarım başarılı olmuşuzdur.

Filmde gözüme takılan bir nokta var. Kedileri seven hanımefendi karakteri kendi evinde bir “cins kedi” bakıyor. Bu durum da biraz ironik gelebiliyor. Bu tercihinizin özel bir nedeni var mı?

Özellikle cins kedi olsun istemedim. İlk tercihim tekirdi ancak kediyi getirecek arkadaşım sete iki gün kala kedinin kalabalık ortamdan rahatsız olabileceğini ve o sebeple sete getiremeyeceğini söyleyince, evcil bir tekir bulamayıp başka bir arkadaşımdan kedisini getirmesini rica ettim. O da filmde yer alan Scottishfold cinsi Üzüm’dü.

Filmde kullanılan müzikler hikâyeye masalsı bir sos ekliyor adeta. Müzikleri seçim süreci nasıl işledi?

Kafamı en çok kurcalayan şeylerden biri müzikti. Müzikleri birine yaptırsam, kafamdakine uygun bir tema çıkaramayacağımızı biliyordum, zaten yeterli de param yoktu. Filmin kurgusunu üstlenen Furkan (Doğan), bana bir müzik bankasından bahsetti. Siteye girince arama alanına kafamdaki temaları yazıp, müzik arayışına çıktık. Birkaç gün yüzlerce müzik dinledik sonunda filme yakışan parçalar bulduk. Filmin en sevdiğim şeylerinden biri de müzikleri oldu.

Her iki karakter birbirlerinin hassas noktaları üzerinden üstünlük sağlamaya çalışıyor ve bu rekabet de özellikle de filmin ikinci yarısında tatlı bir çatışma izletiyor. Hikâyenin bu noktasında da senaryo yazım sürecinde nelere dikkat ettiniz?

Aynı mahallede yaşayan ama birbirlerine benzemeyen iki karakterin dilini oluşturmak, birlikte karşılıklı sahnelerini yazmak keyifli ama zordu. Defalarca yazıp çizdiğimiz, değiştirdiğimiz diyaloglar, mizansenler oldu. “Bu karakter bunu söyler mi?”, “Böyle konuşur mu?” Mehmet’le sürekli birbirimize sorduğumuz sorulardı. Bir gün yazdığımız şeyi ertesi gün silip yeniden yazıyorduk. Karaktere uygun olmayan bir kelimeyi bile senaryoda görmek bizi rahatsız ediyordu o yüzden üzerinde bayağı çalıştık metnin. Özellikle Bahadır’ın ailesiyle çatışmasını konu alan yemek sahnesini yazmak, son haline getirmek sanırım üç-dört ayımızı aldı. Bahadır ve Hanımefendi’nin parkta çatıştıkları sahnede bizi hayli zorladı çünkü yazdığımız şeye kendimiz de inanmak ve en doğal halini bulmak istiyorduk.

Filminiz teknik anlamda da takdire değer noktalarla öne çıkıyor. Gerginlik anlarında titreyen kamera, dış çekimlerin en az iç çekimler kadar başarılı olması, hanımefendinin rengarenk kostümleri ve renk paleti, seyir zevki yüksek bir işi ortaya çıkarmış. Ekibinizle bunun başarısını nasıl sağladınız?

Öncelikle teşekkür ederim. Ben aktüel kameranın bir karakter gibi hikâyeyi takip etmesini çok sahici buluyorum. Filmin dinamiğini değiştiriyor. Görüntü yönetmenim Hamdi Furkan Yıldırım’la da bu fikrimi paylaşınca çekim senaryosunu çıkartırken böyle bir dil oluşturmak istediğimize karar verdik. Bahadır’ın kamerasının aktüel, Hanımefendi’nin kamerasının sabit planlarla çekilmesine karar verdik. Hamdi de oldukça iyi bir performansla filmi teknik anlamda iyi yerlere taşıdı. Kostüm konusuna gelirsek, filmin kostüm tasarımını yapan Pınar Dağlayan’a çok teşekkür etmek istiyorum. Filmin dünyasını çok iyi anladığını ve yorumladığını düşünüyorum, ilk toplantımızdan filmin çekim gününe kadar sürekli fikir alışverişi yaptık, karakterleri tartıştık, birlikte pasaj gezdik. Ortaya çok zengin, renkli bir dünya çıkmış oldu. Ekibimle bu başarıyı sağlamamın en önemli etkeni filmi kendi filmleri gibi sahiplenen insanlarla çalışmış olmak.

Filmde kediler her ne kadar başrolde olmasalar da yan rolde birçok kedi izliyoruz. Bu durum çekimlerde sizi zorladı mı?

Hayır, zorlayıcı çok bir şey yaşamadık kedilerle. Sadece Hanımefendi’nin kedisini canlandıran Üzüm, evinden farklı bir yere adapte olmakta zorlandı ve kalabalığı görünce kamera karşısında biraz gerildi. Ekipteki insan sayısını azaltıp, çekim yapılan odada az kişi olunca da ortama ayak uydurdu.

Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?

Bizim sinemamızda değişimin çok da hızlı gerçekleşmediğini düşünüyorum öncelikle. Kısa film dünyada bir sektör halindeyken, sizin de söyleminizle Türkiye’de genellikle “sıçrama tahtası” olarak adlandırılması bana çok tuhaf geliyor. Halbuki sadece kısa film çeken, kısa filmden para kazanan az da olsa birkaç arkadaşımız var. İmkân verilse, ödüllerin miktarları artsa, sinemaya biraz değer verilse bu sayının daha da fazlalaşacağını düşünüyorum çünkü uzun metraj yerine kısa film çekmek, ondan beslenmek isteyen çok kişi tanıyorum ama ekonomik durumlar maalesef bu isteğin önüne geçiyor. İnsanlara kısa film izletmek, hikâyeye inandırmak uzun metrajlı bir filmden kat kat daha zor. Bana trajik gelen şeylerden biri de kısa film çekenlere sadece “genç sinemacı” ya da “öğrenci” gözüyle bakılması. Özellikle son dönemde bu kadar güzel kısa filmler izleyince kendi kendime diyorum ki: Yerleşik algıları, önyargıları kırmak çok da zor değil. Sadece biraz takip edin, izleyin. Bugün baktığımızda dünya sinemasındaki örnekler gibi, ülkemizde de uzun metraja geçen yönetmenlerin kısa filmler çektiğini görüyoruz, bu durum da insanların kısa filme “sinema” gözüyle bakmasını sağlamaya başlıyor nihayet. Ben de ileride uzun metraj sinemaya geçiş yapsam, kısa filmler yapmaya devam etmek isterim.

Röportajımızı başrollerinde Nur Fettahoğlu ve Alina Boz’a yer verdiğiniz yeni kısa filminizle kapatalım. Kısa süre önce çekimleri tamamlanan “Babamın Öldüğü Gün” bizlere ne anlatacak?

Film, babalarının ölümü sebebiyle bir araya gelen, uzun zamandır görüşmemiş iki kız kardeşin bir gününü anlatıyor. Cenazede başlayan film, araba yolculuğu ile devam ediyor ve vicdan ile akıl arasındaki seçimlerine odaklanıyor. Mahallenin Bazı Kedileri’nden oldukça farklı bir tarzı var. Mahallenin Bazı Kedileri’nde birlikte çalıştığım birçok kişi yine yanımdaydı, aramıza yeni dahil olan arkadaşlarla da güzel bir projenin parçası olduğumuzu düşünüyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir