Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinin 29. buluşmasından herkese merhaba. Bu hafta ilk kısa metraj filmini çeken bir yönetmen bizlerle olacak. Üzerine konuşacağımız kısa film, işsiz bir aile babasının evde çocuklarının Milli Kahramanlık Haftası’nda oynayacakları piyesin hazırlığı sürerken davranışlarının değişmeye başlamasına odaklanan Cengiz olacak.
Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isim de Cengiz filminin yönetmen, senaristi ve kurgucusu Haydar Taştan.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Haydar Taştan?
İstanbul doğumluyum. İstanbul Üniversitesi’nde Gazetecilik okumaya başlarken fotoğraf ile tanıştım. Bir süre ajanslara bağlı ve freelance olarak foto muhabirlik yaptım. Sonrasında haber fotoğrafçılığından uzaklaşıp belgesel fotoğraf ile daha yakın bir ilişki kurdum, uzun soluklu fotoğraf hikâyeleri ürettim. Sinema ise fotoğrafa başlama sebeplerimden biri olmasına rağmen film yapmak için hatırı sayılır bir süre bekledim. Cengiz ilk kısa filmim. Fotoğraf ve film çalışmalarıma devam ediyorum.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Senaryonun ilk versiyonunu bir hafta içinde yazdım, yaklaşık altı yedi ay da revizeler ile geçti. Bu süreç aynı zamanda filmi gerçekleştirebilmek için mali koşulları yaratmaya çalıştığım, bir seneye yayılan bir hazırlık süreciydi. Üç günlük bir set ve sonrasında aylar süren bir post süreci oldu. Post prodüksiyonun uzun sürmesinde ekseriyetle finansal sebepler rol oynasa da benim kararsızlığım da etkili oldu.
Filmin hikayesi nasıl ortaya çıktı? Tamamen kurgusal mı yoksa gerçek hayatta şahit olduğunuz bir olaydan esinlenme de mevcut mu?
Tam olarak değil. Son zamanlarda sık gördüğümüz ve ne yazık ki kanıksadığımız yoksulluk, işsizlik kaynaklı intiharların yakın dönemdeki ilk örneklerinden biri, TBMM önünde işsiz bir insanın kendini yakma eylemiydi. Haberin üzerimde bıraktığı etki ve meselenin toplumsal ölçekte yakıcılığı beni bu filmi yapmaya itti. Sonrasında kurgusal olaylar ve karakterler ile film ortaya çıktı.
Filmin senaristi, yönetmeni, yapımcısı ve kurgucususunuz. Özellikle ilk kısa metrajını çeken biri için tüm bu görevlerin aynı elde toplanması ne gibi kolaylıklar ve zorluklar yaşattı?
İlk film yolculuğu sanırım biraz yalnızlıkla geçiyor ama biraz. Demek istediğim iyi dostlarla, fikrinize inanan ekip arkadaşlarıyla yan yana olmanız yolunuzu açıyor, işinizi kolaylaştırıyor fakat günün sonunda film için en büyük gayreti yine sizin göstermeniz gerekiyor. Örneğin film için para bulmaya çalıştığım dönemde bir print-sale kampanyası başlatarak, filme destek olan insanlara çekmiş olduğum bir fotoğraf baskısı göndermiştim. Elbette her filmin kaderi biraz böyle fakat ilk filmde, bilhassa ilk kısada bu yalnızlığı daha şiddetli hissediyorsunuz. Çevrenizdeki iyi insanlar ise en büyük şansınız. Bu noktada kendimi şanslı görüyorum. Örneğin filmin yürütücü yapımcılarından Selcan Özgür aslında bir senarist. Ya da filmin ortak yapımcısı Ahmet Sesigürgil aslında görüntü yönetmeni. Bana ve filme inanan, isimlerini buraya sığdıramayacağım birçok insanın desteği olmasa bu filmi yapamazdım. Filmin kurgucusu ise yalnızca ben değilim, Melih Kaymaz ile birlikte çalıştık. Melih’in filme ve bana büyük katkısı oldu.
Özetlemek gerekirse, saydığınız görevlerin aynı elde toplanmasının çeşitli zorlukları olsa da öğretici bir yolculuk. İlk film biraz da bu yolculuğun yansıması sanırım.
İşsiz bir aile babasının hikayesini anlatan filminiz toplumsal gerçekçi bir konuyla karşımıza çıkıyor. Toplumsal olarak birçok konu arasından bunu seçmenizin nedeni ne oldu?
Bilhassa pandemiyle daha da belirginleşen işsizliği ve kent yoksulluğunu düşündüğümde, filmin, senaryoyu yazdığım döneme göre daha da yerini bulduğunu düşünüyorum zaman zaman. Garip bir hayata karşı borçlu kalmama duygusu gibi. Benim için böylesi başat bir olgunun sinemadaki karşılığını bulması mühimdi.
Herkesin kendi çıkarını düşündüğü, teşkilat ve parti içinde yükselmeye baktığı filmin karakterleri arasında Cengiz’in işsizliği diğer karakterlerle arasında görünmez bir duvar çekiyor ve bunu da iş konusunu açtığı zaman karşılaştığı tepkilerden rahatlıkla anlıyoruz. Günümüzün yaşam şartlarını yansıtma anlamında filme dair yaptığınız gözlemler ve araştırmalar neler oldu?
Hayatımın bir döneminde belediyede çalışmıştım. Senaryoyu yazarken orada tanık olduklarım aklımın hep bir köşesindeydi. Çevremde belediyede işe girmeye çalışan insanlar da görüyordum. Filmin karakterlerini ve Cengiz’i saran ilişkiler ağını tahayyül edebilmemde bu deneyimlerin katkısı var.
Cengiz’in eşiyle ilişkiye girme isteği sonucu aldığı red ve çocuklarının hazırlandığı piyeste kullanacakları kılıçları batırarak söyledikleri “Öl” repliği, karakter üzerindeki baskıyı dolaylı yoldan anlatıyor. Cengiz’in bu durumlar karşısındaki tavrı ise bir bakıma çaresizliğini gösteriyor. Cengiz bu her iki duruma karşı neden bir tepki veremiyor?
Cengiz işsizliğin ağır yüküyle yaşayan bir adam. Bu yük onu özel ve sosyal hayatında yalnız bırakmıyor. Para kazanamamanın getirdiği “bir işe yaramamazlık” hayatının her noktasına ve hatta bilincine sirayet etmiş durumda. Kendini kanıtlamasının tek yolu bir iş sahibi olmak. İçinde bulunduğu toplumsal yapıya olan bağlılığını yegâne kurtuluş yolu olarak görse de bu onun en büyük trajedisi. Bu dilemma Cengiz’in ve inandığı değerlerin kökten bir yıkımına sebep oluyor.
Cengiz evde herkes uyurken eline aldığı tahta kılıçlarla, sessiz bir şekilde etrafındaki baskı ve içinde bulunduğu duruma karşı da bir başkaldırı gerçekleştiriyor. Cengiz’in tepkisini bu sembolik anlatımla sunmaya nasıl karar verdiniz?
Cengiz’in, parçası olduğu, yansıttığı değerlerin, toplumsal yapının kökten bir yıkımı biraz da bu soruda karşılığını buluyor sanırım. Kendisini iktidarın bir parçası, hatta bizatihi kendisi olarak gören bir adamın bununla yüzleşmesi absürt bir savaş ile gerçekleşiyor. İnandığı insanlar, fikirler, değerler ve umutlarıyla bir savaş meydanında karşılaşıyor Cengiz. Her şeyini yitiren bir insanın son savaşı gibi. Bu sahneyi tasarlarken filmin proloğunda gördüğümüz Osmanlı ile Haçlı savaşını betimleyen Varna Savaşı tablosu hep aklımdaydı. Tablodan evin salonuna, Osmanlı askeri çocuklardan Haçlı babaya uzanan bir anlam ve zaman akışı filmin de temel unsurlarından biriydi.
İlk kısa metrajını çeken bir yönetmen olarak karşı karşıya kaldığınız ve “Şunu daha iyi yapabilirdim” dediğiniz noktalar var mı?
Sanıyorum yok.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Bir filmin süresi üzerinden ilişki kurmayı doğru bulmuyorum, en azından hissel olarak. Size katılıyorum. Kısa film sinemamızda çoğunlukla bir sıçrama tahtası olarak görülüyor, hatta belgesellere de biraz böyle bakıldığını düşünüyorum. Kısa filmi bir format olarak görmektense bir seçim olarak görmeyi tercih ederim. Uzun metraj öncesi iyi bir antrenman olması fikrine katılarak, kısa film tercihini biteviye sürdüren, bir kıyas duygusundan uzak yönetmenleri seyretmeyi seviyorum. Nitekim Agnes Varda’nın, Apichatpong Weerasethakul’un, Pedro Costa’nın kısa filmleri çok daha fazla heyecanlandırır beni.
Üzerinizde çalıştığınız başka kısa film projeniz varsa konusu hakkında ufak bir tüyo verebilir misiniz?
Sinema ve fotoğraf arasında salınan yeni kısa filmimin kurgusundayım şu sıralar.