Nisan ayında başlayan 40. İstanbul Film Festivali, Mayıs ayı itibariyle de gösterimlerine hız kesmeden devam ediyor. Sinemalar henüz açılmadığı için çevrim içi olarak takip ettiğimiz festivalin Mayıs ayının ilk yarısında ise bizlerle 9 film buluşuyor. Bu yazımda ise sizlerle bu seçki kapsamında ilk beş filme dair görüşlerimi paylaşacağım. İşte o filmler:
The Most Beautiful Boy in the World
Seçkide yer alan ilk film, genç yaşta gelen şöhretin yıkıcı etkileri üzerine yer yer şoke eden biyografik ögeler barındıran belgesel The Most Beautiful Boy in the World. Merkezinde, Thomas Mann’ın aynı adlı eserinden Luchino Visconti tarafından uyarlanan Morte a Venezia filminin odak noktasındaki Tadzio’yu oynayan Björn Andrésen’in yer aldığı belgesel, 15 yaşındaki bir çocuğun aniden değişen yaşamını çarpıcı şekilde ortaya koyuyor. Filmde hem eril hem dişil kusursuzluğun simgesi Tadzio adlı delikanlıya hayat veren Andrésen’in içine çekildiği şöhret dünyası, karşılaştığı aşırı ilgi, kendisine cinsel bir obje olarak yaklaşılması ve bunun hayatına olan etkilerini, 50 yıllık birikmiş yükün ağırlığıyla işliyor. Morte a Venezia’nın oyuncu seçimleri, çekimleri, gala gecesi ve 25. Cannes Film Festivali’ndeki gösterimi sonrasındaki yaşananlara dair arşivlik görüntüler de barındıran belgesel, şöhret dünyasının ışıltılı dünyasına mercek tutarak kişisel travmaları gün yüzüne çıkarıyor.
7/10
La nuit des rois
Seçki kapsamındaki ikinci filmimiz, gece yarısı çılgınlığı meraklılarına seslenen hikayesi ve yer yer fantastik ögelerin serpiştirildiği atmosferiyle farklı bir hapishane gerilimi anlatan La nuit des rois. Mahkumlar tarafından yönetilen tek hapishane La Maca’daki hassas iktidar dengesini, yeni gelen bir mahkum ve anlattığı hikaye üzerinden yansıtmayı başaran film, her dakikasında gerilim ve merak duygularını da diri tutmayı başarıyor. Korku filmlerinin klasikleşmiş sabaha dek hayatta kalma olgusunu Kanlı Ay gecesine uyarlayan film, hikaye içinde hikaye anlatımı, Roman’ın giydiği saten mavi gömlek, mum ışığının dibinde toplaşan kalabalığı ve anlatılan masalıyla farklı bir gerçekliğin içine davet ediyor. Topluluğun sosyal hafızası ve kelimenin sahibi olan, aynı zamanda toplumun gören gözü olan Batı Afrika’nın griot geleneğini de sembolik bir anlatımla yansıtan film, farklı bir hapishane hikayesinin rüzgarına kapılmak isteyenler için son derece ideal.
6,5/10
The Human Voice
Seçkinin üçüncü filmi, sevdiği ve yakın zamanda ayrıldığı adamla son kez telefonda konuşan ve onu terk etmemesi için ikna etmeye çalışan bir kadına odaklanan The Human Voice. Jean Cocteau’nun aynı adlı oyunundan Pedro Almodóvar tarafından uyarlanan ve yönetmenin ilk İngilizce yapımı olma özelliğini de taşıyan film, 30 dakikalık süresiyle uzun metraj bir filmin doygunluğunu sunuyor. Telefonun bir ucunda sesi duyulmayan bir adam, diğer ucunda terk edilmiş, acı çeken fakat çektiği acıyı gizleyen bir kadının duygular arasındaki muhteşem yolculuğu, filmi Tilda Swinton’ın saf bir oyunculuk gösterisine dönüştürüyor. Telefonu, kadının adamla arasındaki son bağ olarak hem nefes almasını sağlayan hem de kapandığında havasız kalacağı bir cinayet aletine dönüştüren yönetmen, tiyatro metninin sanatsal çekiciliğini filme de yansıtarak farklı bir görsel deneyim sunuyor. Her karesiyle yağlı boya bir tablonun içinde hissettiren ve yönetmene özgü parlak renklerin görsel şölen sunduğu film, Yorgos Lanthimos imzalı Nimic ile birlikte son dönemde çekilen kısa filmler arasında yıldızı parlayanlar arasında yer almayı başarıyor.
7/10
Mujeres al borde de un ataque de nervios
Seçkinin dördüncü filmi, sevgilisi tarafından terk edilen bir kadının bunu kavramaya çalışması ve kendi trajedisi yerine başkalarının krizleriyle boğuşmasını anlatan Mujeres al borde de un ataque de nervios. Her biri tipik özellikler taşıyan karakterleri, giderek absürtleşen ve arap saçına dönen olay örgüsü ile deliliğin en tatlı ve masum halini sunmayı başaran film, yönetmenin filmografisi içinde de kilometre taşlarından biri olarak konumlanıyor. Carmen Maura’nın rengarenk, çekici kadınsılığıyla Pepa adlı bir aktristi canlandırdığı filme; sevgilisinin eski karısı, oğlu, onun nişanlısı ve bir teröristle ilişki yaşadığı için polislerce aranan yakın arkadaşı da dahil olunca tatlı ve baş döndüren bir yolculuk da başlıyor. Kara komediden absürt komediye oradan da farsa ve melodrama kayan filmin oyuncu performansları da yönetmenin verim almak istediği düzeyde olunca ortaya takip etmesi keyif veren bir iş çıkıyor. Pedro Almodóvar’ın renk takıntısının her sahnesinde açıkça görüleceği ve karakterlerin samimi tavırlarıyla bütünleşen film, keyifli bir komedi filmi izlemek isteyenler için ’88 yılının kapılarını aralıyor.
7,5/10
Rengeteg – Mindenhol látlak
Seçkinin beşinci filmi, 71. Berlin Film Festivali’nde Lilla Kizlinger’ e En İyi Yardımcı Oyuncu ödülün kazandıran ve bir gece boyunda farklı evlerde geçen yedi farklı hikayeyi anlatan Rengeteg – Mindenhol látlak. Tüm ağırlığı diyaloglar üzerine inşa edilen film, birkaç hikayesinde yer yer merak uyandıran ve oyunculukların da ön plana çıktığı işler sunsa da geneli boyunca fark yaratmayı başaramayan yapısıyla izleyeni zorlayan bir akış sunuyor. Olay yerine durumdan beslenen yedi küçük hikayeden oluşan senaryosuyla mozaik ve her biri ilgi çeken hikayeler izleme hevesi uyandırıyor fakat çoğunluğa sirayet edip tahammül sınırlarını zorlayan yapısı ve durağanlığı ile yormayı başarıyor.
5,5/10
Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle.