Bir sürelik aranın ardından yeni bir uzun metraj röportajından herkese merhaba. Pandemi sürecinin uzaması ve sinemaların kapılarının bir türlü açılamaması sebebiyle salonlarda izleme hevesiyle beklediğimiz filmlerin vizyon tarihleri önemli ölçüde etkileniyor. Azra Deniz Okyay’ın ilk uzun metrajı olan ve Venedik’te eleştirmenlerden Büyük Ödül alarak başladığı festival yolculuğunda Antalya, Selanik, Varşova ve Kazablanka’dan ödüllerle dönen Hayaletler filmi de bunlardan biri oldu.
Son dönemde yaptığı yatırımlar ve bağımsız filmler için önemli bir vizyon mecrası olan MUBI ile 30 ülkede çevrimiçi gösterime giren Hayaletler, Türkiye’nin yanı sıra İngiltere, İrlanda, İzlanda, Danimarka, İsveç, Norveç ve İtalya gibi birçok farklı ülkede “Günün Filmi” olarak seyirciyle buluştu.
Tüm ülkede elektriklerin kesildiği bir günde dört farklı karakterin kesişen hikâyelerini anlatan Hayaletler’in yapımcılığını Dilek Aydın, başrollerini Nalan Kuruçim, Dilayda Güneş, Beril Kayar ve Emrah Özdemir, ödüllü kurgusunu Ayris Alptekin, görüntü yönetmenliğini Barış Özbiçer, sanat yönetmenliğini Erdinç Aktürk ve müziklerini de Ekin Fil üstleniyor.
Sözü fazla uzatmadan Azra Deniz Okyay ile gerçekleştirdiğim röportaja geçmek istiyorum.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
İlk uzun metrajınızla dünyanın en köklü film festivali olan Venedik Film Festivali’nde Eleştirmenlerin Haftası Bölümü’nde Büyük Ödül’ü kazandınız. Ardından da 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde de En İyi Film ve En İyi Yönetmen başta olmak üzere beş ödül birden kazandınız. Röportajımıza öncelikle bu ödüllere dair düşüncelerinizi öğrenmekle başlayalım isterseniz?
Çok mutlu olduk. Böyle bir dönemde bize destek verenlerin mutluluğunu da görmek, ayrıca büyük bir sevinç verdi bize. Çok çalışıp yoktan var edebilmeyi öğrendik ve var gücümüzle bütün enerjimizi filmi bitirmeye harcadık. Sonunda ödüllerle karşılanması elbette yüreklendiriciydi.
Röportajımıza dilerseniz filminizin MUBI’deki gösterimiyle alakalı konuşarak devam edelim. Filminiz daha önceki süreçte (festivalleri saymazsak) İstanbul Modern ve Başka Sinema’nın online gösterim programlarında yer alarak sınırlı sayıda izleyiciyle buluştu. Sinemaların ne zaman açılacağının belirsizliğini korumasından dolayı da daha geniş kitlelere ulaşmak adına “Hayaletler” genel izleyiciyle MUBI’de buluştu. Bu kararı nasıl aldığınızı ve sürecin nasıl işlediği hakkında kısaca bilgilendirir misiniz?
Çok garip ve korkunç dönemden geçiyoruz. Bir yıl önce festival sonrasında “online”a geçiş yapacağımız aklımıza gelmezdi. Bu dönem hiçbir şey eskiden bildiğimiz gibi ilerleyemiyor. Son kabul edilen sinema yasasında, bir film vizyona girdiği ilk tarihten beş ay sonra online platformlarda izleyicisi ile buluşabiliyor ama tersi için bir yasa yok. Böylelikle, özellikle pandemi döneminde, online platformların bağımsız sinemaya yer vermesinin önemini daha iyi anladık. MUBI yıllardır takip edip yeni şeyler keşfettiğim, muhteşem altyapısı olan bir oluşum. Dünyada olabildiğince geniş kitlelere “Nasıl ulaşabiliriz?” için çalışıyoruz halen. Sinemaların olmadığı yerlerden bile izlenebilmesini sağlayacak bir dağıtım olabilir. Zaten Hayaletler de olanaksızlıklar nedeniyle geleneksel bir yöntemle çekilmedi. Öngörülerimizi izleyerek, bulduğumuz yöntemlerle geliştirdik ve sonlandırabildik. Seyirciyle buluşmasının da geleneksel olmamasına şaşırmıyoruz o yüzden.
Pandemiden dolayı bir yılı aşkın süredir kapalı olan sinemalar, yapılamayan veya online olarak yapılan film festivalleri sektörde büyük bir yaraya yol açtı. Filminizi sinema salonu yerine online bir ortamda vizyona sokma kararını almanızın altında yatan sebep ya da sebepler neler oldu?
2019’da çektiğimiz ve 2020’de Venedik’te ilk gösterimi yapılan ve Eleştirmenler Haftası Büyük Ödülü’nü alan bir filmi bir yere kadar bekletebiliyorsunuz. Şu an çok büyük bir merak ve istekle izlemek isteyen geniş bir kitle var. Filmi özellikle genç kuşaklarla buluşturmak için hevesle bekliyorduk ve onlardan da sürekli bir talep vardı. Ama bir yandan ne kadar beklediysek de sinemaların açılması konusunda tünelin ucunda şimdilik bir ışık yok. O yüzden filmin yolculuğunu daha fazla uzatmamak için çok sevdiğimiz MUBI ile işbirliği yapma kararı aldık. Bu salonlar açıldığında göstermeyeceğimiz anlamına gelmiyor. Film izleyicisine her yerde ulaşacaktır.
Kariyerinizin başında çektiğiniz kısa filmlerin ardından ilk uzun metrajınıza imza attınız. Kısadan uzuna geçiş aşaması senaryo yazımı, hazırlık ve çekim süreci gibi konularda sizi zorladığı noktalar oldu mu?
Kısa film senaryosu yazmanın zor olduğunu düşünüyorum. Kısa filmlerimin yazım aşamasında kendi kendime geliştirdiğim yöntemlerim ve çalışmalarımın uzun filmimin yazma sürecinde bana çok olumlu ve büyük getirileri oldu diyebilirim. Uzun film yapmak iyi bir donanım gerektirmesi dışında çok büyük bir disiplin istiyor. Biraz triatloncu gibi sürekli her sabah başlayıp gece-gündüz yıllarca çalışıyor olmanız gerekiyor. Bizlerin karşısına çıkan en büyük zorluk ise sinema fonlarının hâlâ yetersiz olması. Bütçe eksikliği genç yeteneklerin de motivasyon kaybedip yeni teknik geliştirememesine sebep oluyor. Bu çok büyük bir kayıp herkes için. Yapılan filmlerin çoğunda bazı kalıplaşmış zihniyetlere takılı kalınması bazı şeyleri daha çok düşünmemiz gerektiğini düşündürüyor. Teknik destek ve birlikte gelişebilme potansiyeli halen zayıf kanımca. Yeni fikirlere açık olunması da… Oysa yeni fikirleri olan birçok genç sinemacı var, onlara olanak sağlanmalı. İyi işler ancak bu şekilde çıkabilir ve bence o zaman bir şeyler değişebilir toplumda. “Sinemamızın en köklü ödülü Altın Portakal”ı almak bu bizim için çok değerliydi; jürinin genç sinemayı yüreklendirmesi bence umut vadetti birçoğumuza. Genç sinemacılara ve sanatçılara…
Filminizde günümüz Türkiye’sini tipik dört karakter üzerinden ve güncel sorunlara değinerek anlatıyorsunuz. Bu noktada doğal olarak dört karakter üzerinden dallanıp budaklanan bir yapıya sahip olduğu için senaryonun yazım süreci nasıl gelişti ve zorluklar yaşattı mı?
Beş yılda çıktı bu senaryo. Halı dokuması diyorum bu yüzden çünkü burada ilmek ilmek oluşan bir duyguyu ortaya koymaya çalıştım. Filmin birkaç konusu olsa da aslında bu konuların birbirine bağlandığının önemine işaret etmek, vurgulamak istedim. Bu durumu da tek bir duyguymuş gibi ortaya koymaya çalıştım ancak Türkiye gibi bir yerde, bu olayların kökeninde hep aynı sorunlar yer alıyor. Bir sosyolog ve filozoftan bağımsız olarak 21. yüzyılda, kendi kendinize yenilikçi bir şekilde çalışmak zorundasınız. Bunun köreltilmesine izin vermeden çıkacak işin bir şeylere katkı olabileceğini düşünmek de çok değerli. Dünya tarihinde bilindiği gibi sinema da sanatın bütün dalları da her zaman birbirini besler ve toplum da bir yerden sonra sanattan ilham alır. Bunun çok büyük bir önemi olduğunu düşünerek yol aldım, diyebilirim.
Film bir yönüyle de Türkiye’nin içinde bulunduğu ve oradan oraya savrulan yanına da çok açık bir şekilde yaptığı göndermelerle değiniyor. Bu yönüyle uzun metraj kariyerinize bu türden toplumsal anlamda güçlü mesaja sahip bir filmle başlamanın tedirginlik yarattığı noktalar oldu mu?
Öncelikle, kendi jenerasyonumun karşılaştığı iç sıkıntılar beni yazmaya ve dinamik bir film çekmeye yönlendirdi. 60’larda edebiyatı ve sanatı şekillendiren Beat Kuşağı veya Jack Kerouac yazımı gibi. O şiddetli ve kıstırılmış hissiyat, ancak yeni bir yazım türü ortaya çıkararak ortaya koydu kendini. Ben de bu hissi ancak bu şekilde ortaya koyabildim. Bu yazı ve çekim şekli, böyle oluştu. Beni tedirgin eden konular; genç bir yönetmen olarak karşılaştığımız ve bize zorluk çıkaran sorunları, kişileri birer karakter olarak filmin içinde ete kemiğe büründürmeye çalıştım. Örneğin, protestoda yalnızca kadın olarak durmak değil, çevrelerindeki insanların iç dünyalarında neler olup bittiğini anlayabilmek ve gösterebilmek de önemliydi benim açımdan. Bendeki bu tür gözlem ve duygular, filmi birçok yerden filizlendirdi. Toplumun içindeki sorumluluklarımızın, uygulamalarımızın bir domino etkisi yarattığının da altını çizmek istedim.
“Yeni Türkiye’yi inşa ediyoruz!” alt metinli kentsel dönüşüm ve rant meselesi, Suriyeli göçmenler, kadın cinayetleri ve Nevin Yıldırım gibi birçok konu kendine yer buluyor filminizde. 90 dakikalık bir filmde her biri farklı bir filmin konusu olabilecek bu olguları işleme fikri cesaretini nasıl başardınız?
Yeni Türkiye çok ilham verici olabilirdi ancak bu başlık altındaki uygulamaların birçoğunu yanlış buluyorum. Mimar ve şehir plancısı bir aileden geldiğim için yirmi yılda yapılaşmadaki uygulamaların tek bir kimliğe indirgendiği düşüncesindeyim. Bu durum, çok problematik ve geri dönülemez boyutta. Son yıllarda bütün şehirlerimizde eski dokuyu yıkıp kentleri betonlaştırarak, yapılanlara da “modern” diyen bir kesime tanık oluyoruz. Genel olarak bu tür uygulamaları ve zihniyeti uygun bulmuyorum çünkü bana çocukluğumdan beri tarihi dokuyu, kimliğimizi koruma ve onlara saygı duyma gibi hususlar öğretildi. Bu konular benim için aynı potada birleşiyor.
Bir savaş fotoğrafçısının birçok fotoğraf çekmesi gerekir ki büyük resmi görebilelim. Aradaki hayatlar, detaylar ancak o şekilde çıkabilirdi. Kurgumuzu yapan Ayris (Alptekin), filmin aslında minyatür sanatındaki tablolara benzediğini söylemişti. Çok büyük bir resim içinde kendi dinamiği ve şekli olan bir resim gibi. Katılıyorum, klasik bir resim değil yaptığım. Bu kendi kendine geliştirdim teknik kendi sanatımın içinde. Bu film benim için tek bir duygu, birçok değil. Kıstırılmışlık ile umut arasındaki ince çizgide.
Filmin hikayesinden olayların her ne kadar İstanbul’da ve hangi tarihte geçtiğini öğrensek de şehrin modern yüzünün filmin her anında saklanması ve mahalle odaklı bir olay akışı filmi distopik bir yapıya da bürünmesini sağlıyor. Bu yapıyı oluştururken mekan tercihlerini yapmada zorluklar yaşadınız mı?
Filmde tüm Türkiye’de bir anda yaşanan çok büyük bir elektrik kesintisi var. Elektrik kesilince kısa bir zaman içinde herkes aynı düzeye gelebilir. Sonrasında sosyal statü ve sınıf farkına göre de bambaşka yerlere evrilir. Mesela 31 Mart 2015’teki büyük kesintide, Sulukule Mahallesi’nde yaşayanlar, insanların birbirlerinin evlerini yağmamalarını izlediklerini anlatmışlardı. Bu olay çok acı gelmişti o zaman bana. Bunun gibi büyük kesintiler, süregelen bir konforun birdenbire insanların ellerinden alınması, çok garip gelişebilir. Örneğin, 31 Mart günü, gün sonu bambaşka bitmişti. NaomiKlein’ın Şok Doktrini teorisi özellikle ilgimi çekti bu filmi yazarken. Toplum olarak büyük bir şoktaysanız başka bir şok olursa nasıl reaksiyon olur, ya da bir yerden sonra bu başka şokları anlayamama durumu baş gösterebilir mi? Filmde bu konu özellikle ilgimi çekiyor. Karanlığa doğru da teknik ve estetik olarak da gömülme hissi.
Filmde Nalan Kuruçim’in canlandırdığı İffet karakterinin takip edilme korkusu ve bundan kaynaklı oluşan kaygısını tepesinde uçan helikopter ile sıklıkla şahit oluyoruz. Bu sahnelerde aslında her birimiz kendi kaygılarımızla da karşı karşıya geliyoruz diyebiliriz. Siz kendi kaygılarınızla nasıl başa çıkıyorsunuz?
Oradaki helikopter, her gün kafamızın üstünden geçen önemli bir şeyin olduğunu hatırlatan bir unsur. Hayatınıza giriyor ve siz, bu durum normalmiş gibi davranmak zorunda kalıyorsunuz. Normal hayatta helikopter geçerken konuşursanız sesiniz duyulmaz. Bunu video art’tan gelen tekniğime de bağlayabiliriz. Gerçek ile kurmaca arasındaki çizgide gidip gelmek gibi. Onları bu şekilde kendi laboratuvarımda denemek istedim ve böyle tasarladım.
Filminizin çekimleri bir uzun metraja göre oldukça kısa sürede tamamlandı. Tabii bunda kısıtlı bütçe ve çekim yaptığınız mekanlardaki olağanüstü değişim de etkili oldu. Bu konu yaratıcılık kısmında sizi zorladı mı?
17 günde 33 mekân çekmek tam bir deli işiydi. Kimseye tavsiye etmem. Birçok engelle karşılaşılıyor bazen. Muhteşem prodüktörüm Dilek Aydın’la ilmek ilmek çalıştığımız için bu şekilde bitirebildik. Çekim gününden önce her zaman elimizdeki şıklar çalışmazsa başka ne “yapabiliriz”i çalıştık. Ben açıkçası örnek olarak şu şekilde açıklayayım. Nasuh Mahruki’nin yöntemindeki gibi; kalabalık bir ekibi Everest Dağı’na çıkaracaksam ve çok büyük olanaklar yoksa hangi türde sorunlarla karşılaşacağımı düşünerek fazladan çalışmak gerekir. Biz de öyle yaptık. Mesela görüntü yönetmeni Barış Özbiçer ve kurgucum Ayris Alptekin’le aynı masaya oturup adım adım hangi plandan ne-nereye bağlanacak, nerede kesilecek, nereye kadar doğaçlama yapılacak gibi şeyleri zamanımız ve paramız olmadığından titizlikle planladık. Çekim sırasında kalan zamanla doğaçlamayı da çalışabildim. Daha önce ekipten kimse bu şekilde çalışmamış. Koşullarınız doğrultusunda kendi tekniğinizi geliştirmek zorundasınız. Bunun sonrasında artıları geri geliyor size zaten.
Filmin belirli noktaları oyuncuların doğaçlama şekilde rollerini icra edebileceği bir yapıya sahip bir görüntü de çiziyor. Oyuncu yönetimi konusunda senaryoya sıkı sıkıya bağlılık koşulunu aradınız mı?
Senaryoya bağlı kaldım. Oyuncunun kendi hamurunu kavramanızla birlikte ne tarafa evrilebileceğini görmek büyük bir zevk filmi çekerken. Doğaçlama da çok çalışılan bir mekanizma aslında. Tiyatroda da çok yapılır. Kalan tortusu da ezberin üstünde güzel bir renk katar. Amatörlük ve ezber oyunculuğu arasında dengeyi bulmak önemli. Hele köprü kurmak, en önemli nokta ve sahnenin inandırıcılığı şeklinde ortaya çıkıyor.
Üzerinde çalıştığınız başka projeler varsa bilgi alabilir miyiz? Önümüzdeki yıllarda Azra Deniz Okyay bizlere hangi hikayeler sunacak?
Şu an “Hayaletler” ile ilgili çok yönlü bir çalışma içindeyiz, bu uzun bir süreç. Başka projeler de bir yandan filizlenmeye başlar ama bu doğumun keyfini çıkartmak da önemli.