Yeni bir haftanın Söz Kısa Filmcilerde röportaj serisinden herkese merhaba. Evlerde uzun zaman geçirdiğimiz bugünlerde uzun metraj filmler kimi zaman sıkıcı ve bunaltıcı olabiliyor. Böyle anlarda ise kısa filmlerin varlığı adeta birer kurtarıcı oluyor. Yeni haftanın röportajında ise ilk kısa metraj filmiyle sinema dünyasına adım atan yönetmen Can Deniz Atıcı’yı daha yakında tanıma imkanı bulup kısa filmini konuşacağız. Yönetmeniyle birlikte üzerine sohbet edeceğimiz kısa film, sırtında bir keman kutusuyla İstanbul karmaşasının içine atılan 11 yaşındaki Selin’in yaşadığı zorlu süreçle tek başına mücadele etmesini konu alan Kara Kutu olacak.
Bu haftanın röportajında daha yakından tanıyacağımız isimse 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin Ulusal Kısa Metraj Film Yarışması’nda yer alan Kara Kutu filminin yönetmeni ve senaristi Can Deniz Atıcı olacak.
Herkese keyifli ve ilham veren okumalar.
***NOT: Film şu an için MUBI Türkiye’de yer alıyor. Dilerseniz röportajı okumadan önce filmi buradan izleyebilirsiniz.***
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Can Deniz Atıcı?
Merhabalar. Beni en çok etkisi altına alan, günlerce düşünmeme sebep olan şey her zaman sinema oldu. Öğrenciyken üye olduğum kulüpler, aldığım yan dersler ve gittiğim kurslar hep sinema üzerineydi. Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra İç Mimarlık üzerine yüksek lisansımı yaparken 2012 yılında sanat asistanı olarak sinemaya bulaştım. Bir kısmı yabancı yapım olmak üzere yaklaşık beş uzun metraj ve birçok reklamda çalıştıktan sonra 2016 yılında yönetmen yardımcılığına başladım. Ardından hem yardımcı yönetmen hem de yönetmen olarak biraz deneyim kazandıktan sonra ilk filmim Kara Kutu’yu yazdım ve yönettim.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Senaryonun kendisi ön araştırma ve revizeleriyle birlikte yaklaşık üç ay kadar zaman aldı. Sonrasında Maça Film’le beraber oturup hem onların hem de oyuncuların ve mekanların takvimini dikkate alarak bir çekim planı hazırladık. Ardından ekibi topladık ve Eylül ortasında çekimlere başladık. Çekimleri üç günde tamamladık, ki bu kadar mekan ve kalabalık sahnelerin olduğu bir iş için gayet hızlıydı. Post prodüksiyon sürecini de kurgu ve sonrası olarak ikiye ayırabilirim. Kurguda acele etmedik, film demini alarak ilerledi ve yaklaşık 1,5 ay kadar sürdü. Sonrasında 1-2 ay renk, VFX gibi post işlemleri sürdü. O esnada filmin müziği yapıldı ve en nihayetinde ses tasarımıyla beraber film 2020’nin başlarında hazır hale geldi.
Filmin hikayesinin çıkış noktası yaşadığınız bir olaya mı dayalı yoksa tamamen kurgusal mı?
Film benim İstanbul’da gözlemlediğim ve üzerine düşündüğüm hayali hikayelerle kenarda biriktirdiğim hikayelerin bir araya gelmesi sonucu ortaya çıktı. Bir sahne beni tetikledi ve gerisi geldi. Ama tabii ki filmin hikayesi tamamen kurgusal.
Kariyerinize baktığımızda sinema filmlerinde sanat ve yapım ekiplerinde çalıştığınızı ve Ferzan Özpetek’in yönetmen yardımcılığını yaptığınızı görüyoruz. “Kara Kutu” ise “Her şeyiyle benim eserim” dediğiniz ilk projeniz. Bu ilk projenizde acemilik çektiğiniz noktalar oldu mu ve yönetmenliğini yaptığınız ilk kısa filminiz size hangi tecrübeler kazandırdı?
Kara Kutu’dan önce belirttiğiniz gibi birçok seti farklı alanlarda tecrübe etmiştim. Bu “alaylı” olma hali bana çok yardımcı oldu. Kendi filmini yönetmek apayrı bir tecrübe ve bana çok şey kattı. Öncelikle daha sakin olup sahneden almak istediğim şeye odaklanmak bunların ilki sanırım. İşin her noktasında ve her ekibin içinde olmaya gayret gösterdim. Tabi ki yazmak apayrı bir süreçti, onu saymıyorum ama sonrasında iş tahmin ettiğimden daha rahat yürüdü. Bunda başta prodüksiyon olmak üzere bütün teknik ekibin de tecrübeli olması en büyük etken.
Filminizin başrolü bir çocuk ve rolü gereği psikolojik açıdan zor bir işin üstesinden başarıyla geldiğini görüyoruz. Bu noktada oyuncunuz Selin Sangu nasıldı?
Selin bu filmin en büyük şansı oldu diye düşünüyorum. Ben film için ön araştırma ve gözlem yapmak amacıyla konservatuvara gittiğimde bazı derslere gözlemci olarak girdim. O derslerden birinde de Selin öğrenciydi. Enerjisi, duygusu ve görünüşüyle benim kafamda canlandırdığım karaktere gerçekten çok benziyordu. Acaba olabilir mi diye düşündüm, ailesi ve öğretmeni de bu düşüncemi destekleyince oyuncu koçu Gizem Özmen’le çalışarak bir deneme çekimi yaptık ve çok uygun bulduk. Selin en başından beri mental olarak rol için hazırdı. Bunda konservatuvar öğrencisi olmasının da payı büyük diye düşünüyorum. Çekimler boyunca da ilk andan itibaren hiç yabancılık çekmedi, rolüne girdi ve giderek performansı arttı. Kendisinden çok memnunum hatta çekimler sırasında keşke daha uzun süre çalışabilseydik diye düşündüm.
Filmin başrolü Selin’in içinde bulunduğu son derece acı durum filmin ilk sahnesinden itibaren bizlere adeta yapbozun birer parçaları gibi veriliyor. İlerleyen dakikalarda ise akıllara ister istemez o acı durum geliyor ve nitekim de filmin vurucu final sahnesi ile bu tedirginlik hali tek bir kare ile kendini gösteriyor. Senaryodaki bu ince dengeyi nasıl kurdunuz?
Hikayenin omurgası en başından beri aklımda döne döne yerini bulmuştu. Oyuncular ve mekanlarla hikaye ete kemiğe bürünmeye başlayınca da detaylar belli oldu. Bir de tabii senaryo yazarken fikrini aldığım çok kıymetli dostlarım oldu. Onlar sayesinde fazlalıkları attım ve birkaç ince dokunuş yaptım. En nihayetinde de ön hazırlık sırasında filmi deyim yerindeyse kafamda çektiğimde her şey son halini aldı diyebilirim.
Filmdeki siyah keman kutusunu Selin’in sessizliğinin ve omuzlarındaki yükün kendisi olarak tanımlarsak içindeki kemanı ve çaldığı parçayı da Selin’in yaşadığı yoğun duygunun dışa vurumu olarak görebiliriz. Bu duygu durumunu neden başka bir şeyle vermek yerine müziği seçtiniz?
Bu hikaye benim için sırtında keman kutusuyla şehrin akıntısına karşı yüzen bir kız üzerinden şekillendi. O noktadan sonra zaten film ve müzik ayrılmaz bir bütün halini aldı. Selin’in kulaklığını taktığında müzik çalmamasının, final hariç neredeyse hiç film müziği olmadan ilerlemesinin filmin atmosferiyle çok uyumlu bir anlatım olacağını düşündüm. Diğer taraftan müzik de tek başına insanı yüksek yerlere çıkartabilen bir şey. Ben bu filmi düşünürken, yazarken kulağımda her zaman bir müzik vardı ve bunun çok faydasını gördüm.
Filmde klasik müzik, keman, keman çalma sahnesi ve konservatuvar seçimleri gibi incelikle işlenen kısımlar mevcut. Bu konuda birilerinden yardım aldınız mı?
Keman ve konservatuvar benim uzaktan gözlemlediğim ama hiç içinde olmadığım bir dünyaydı.Bu sebepten senaryo sürecinde uzun bir araştırma dönemi ayırdım. İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’ndaki hocalara ve öğrencilere danıştım. Konservatuvar bambaşka bir dünya, kapısından içeri girer girmez insanı etkisi altına alıyor ve diğer dünyayı unutuyorsunuz. Bu muhteşem bir şey ve beni senaryo yazarken çok besledi. Bu süreçte hem hocalar hem öğrenciler ve velileri bana çok yardımcı oldular, hepsine bir kez daha teşekkür ediyorum.
Filmde Antonio Vivaldi çalmasının özel bir nedeni var mı yoksa normal bir tercih meselesi mi?
Bu ince soru için teşekkür ederim. Aslında benim aklımda hem senaryoyu yazarken hem de film ve Selin karakteri üzerine düşünürken dinlediğim başka bir parça vardı. İçinde keman kesitleri bulunan biraz daha elektronik altyapılı bir parçaydı. Fon toplama süreci için çektiğimiz teaserda da bu parçayı kullandım.Hatta çekimler bittikten sonra telif sahibinden parçayı filmde kullanmak üzere izin de almıştım ama daha sonra Selin’in gerçek hayatta dersinde çaldığı parçanın hem filmin ruhuna daha uygun hem de Selin’in rolüne daha çok odaklanması için daha doğru olacağına karar verdim. Bir de kendi icat ettiği Yaybahar enstrümanıyla Vivaldi’nin eserine müthiş bir tat katan Görkem Şen’in yorumuyla parça bambaşka bir boyut kazandı ve filmin finalini çok yükseltti.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
2017 yılında Bitmiş Aşklar Müzesi’nin hem yazım hem reji tarafında kısa filmi tecrübe etmiştim. Daha önce de film festivallerindeki kısalar bölümlerini her zaman ilgiyle takip ederdim, tabi sektördeki arkadaşlarımın da ilk projeleri genelde kısa olduğu için birbirimizle bu konuda hep paslaştık ve hala paslaşıyoruz. Tam ortasında yer alınca tekrar tekrar farkına vardım, çok kıymetli ve derin bir mecra. Kısa süre içinde bir dünya inşa edip tabiri caizse tatlı bir tokat atıp havada tokadın sesini bırakarak oradan çıkmanız gerekiyor. Bir nevi aksiyon filminin izlerken nefes tutulan sahnesi gibi. Bittiğinde izleyenlere bir şeyler yaşatmış olması gerekiyor. Diğer taraftan çoğu yönetmen için daha fazla ticari kaygı taşıyan uzun metrajlarda yapamayacakları manevraları görmek açısından çok kıymetli. Film çekebilmek için bir DSLR kamera veya akıllı telefon gereken günümüzde bu herkesin kendini gösterebileceği müthiş bir alan.
İlerleyen yıllarda uzun metraj film çekme düşünceniz de var mı?
Elbette. Bu tabii benim dışımda birçok faktöre bağlı olarak gelişebilecek bir şey ama uzun metraj hem kamera arkasında hem de ekran önünde en çok tecrübe ettiğim, en çok bildiğim ve yaratmak istediğim format.
Son olarak üzerinde çalıştığınız başka kısa film projeleri varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Şu an üzerinde çalıştığım bir kısa film senaryosu var, konusu beni çok heyecanlandırıyor o yüzden daha hazır olan başka senaryolar olmasına rağmen yenisiyle yola çıkmak istiyorum. Verebileceğim tek tüyo, sonrasında çekmek istediğim uzunla bağlantılı olacağı.