Yönetmen Caner Erzincan’ın kasaba yaşantısından metropol kentlere evrildiği sinema macerasının son meyvesi “Yeni Dünya”, kentsel dönüşüm kavramı üzerinden, zaruri koşullara karşı ayakta durmaya çalışan bir ailenin dramını anlatıyor. Down sendromuna yakalanan oğulları Soner’i okutabilmek için yola koyulan ailenin, pek çok yerli yapımda görmeye alışkın olduğumuz “taşı toprağı altın şehir” yolculuğuna son derece idealist bir hedef için çıkmış olması, farkındalık oluşturuyor elbet. Lakin filmin genel akışının klasik algıya ters düşmediğini gözlemlemekten de kendimizi alamıyoruz ne yazık ki. Tutunamayanların makus talihinin genelde bu minvalde olduğu düşüncesinden yola çıkarsak, belki bir nebze hafifler bu derin rutin.
Köyden kente göç edip büyükşehirlerin umut limanlarına sığınan karakterlerin, lodos fırtınaları altında nihayete eren hikâyelerinde ortak ihanet prototipleri kadınlar oluyor genelde. Eğer bir aile söz konusu ise, en zayıf halka illaki kadındır. Baba Ali ise son derece güçlü bir karakter. Sakat bacağına aldırmaksızın, ne iş olsa yapan bir karakterin kahramanvari duruşunu yer yer sendeleten sinir gerilmelerini bir kenara koyarsak, huysuzluğu filmin daha en başından belli edilen annenin antitezi olarak fazlasıyla kendine yer ettiğini söyleyebiliriz.
Aslında mekan değişimini, kentsel dönüşüm kavramı ile ilintileme çabaları önemli. Üstelik Fikirtepe gibi, İstanbul’un merkezi bir bölgesindeki terk edilmiş, yalnız kalmış ve kısa bir süre sonra tüm hatıraları ile beraber tarihe karışacak olan binaların varlığı, metafor derinliğini oluşturmak için yeterlide. Fakat down sendromlu Soner’in okuyabilmesi için İstanbul gibi bir cadı kazanına gözünü kırpmadan gelen bir ailenin böylesine çabuk ve kolay tahmin edilebilir bir yolla dağılma sürecine girmiş olması tatmin edici değil. Yıllardır büyükşehirde yaşadığı halde, daha ilk günden arkadaşının eşine göz koyan eski dosttan gelen erken kazığın, kendini göstere göstere geliyorum demesi, filmin süresinden kaynaklanıyor olsa gerek.
Finalde taşranın kutsanma görüntüleri, griye boyanan şehir siluetinden sonra bir nebze olsun rahatlık verici. Zaruri koşullarda dahi parçalanmaktan kurtulamayan bir aileyi gördükçe, ham hayallerle büyükşehirlerin yolunu tutanların endişe verici akıbetlere maruz kalabileceğini düşünmek insanı ürkütüyor. Torununa hüzünlü gözlerle elveda diyen dedenin açılıştaki umutsuzluğu, filmin finalinde sevinç dalgasına dönüştükçe, rantsal dönüşümün yürek burkan atmosferi hızla dağılıyor.
Soner’in kendi hikâyesini başarıyla canlandırdığını sanıyorum söylemeye dahi gerek yok. Filmin açık ara yıldızı olması bir kenara, perdede görmeye alışkın olduğumuz bir temayı farklı kulvarlara taşımaktaki gayreti takdire şayan. Umudunu asla kaybetmeyen Soner’in sevgi dolu ve ilk günkü saflığını koruyan kalbinden yayılan ışık, filmin genelindeki kusurları örtmek ve oyuncu yönetimi için gerekecek eforu asgariye indirmek için yetiyor da artıyor bile. Erkan Petekkaya için ise ilk uzun metraj film deneyimi haricinde söylenebilecek ilave herhangi yorum bulunmuyor.
Dönüşümün sadece cansız beton blokları değil, eski dostları, yol arkadaşlarını da vurduğunu, genel olarak rant metaforu üzerinden aktarmaya çalışan Yeni Dünya, eski bir hikâyenin yeni mecralardaki akışını yer yer yüzeysel, çoğu zaman ise Soner’in güçlü duruşuyla anlatıyor.