FilmArası Dergisi ailesinin yeni bir üyesi olarak sizlerle ilk röportajımı paylaşıyorum. Uzun sürmesini umduğum bir röportaj serisinin ilkini sizlere sunmaktan dolayı hem mutluyum hem de gururluyum.
Sinema dediğimizde neredeyse çoğumuzun zihninde uzun metraj filmler belirir. Öyle ya, her filmini belki de defalarca izlediğimiz yönetmenler ve beğeniyle izlediğimiz oyuncular uzun metraj filmlerin yıldızıdır. Oysa ki sinema sanatında seslerini duyurmaya çalışan fakat sesleri çok uzaklardan oldukça cılız gelen bir kesim daha var. Onlar kim mi? Tabii ki kısa film yönetmenleri, senaristleri, oyuncuları… Söz Kısa Filmcilerde ismini verdiğim bu röportaj serisinin her bir röportajında sizleri kısa filmlerin yönetmenleri, oyuncuları veya senaristleri ile tanıştırmaya çalışacağım. Kısa sürede etkisi uzun sürebilecek hikayeler anlattıkları kısa filmlerini yönetmenlerin verdiği cevaplarla daha yakından tanıyacağız. Onlarla filmleri ve hayalleri hakkında keyifli röportajlar gerçekleştireceğim.
Röportaj serimin ilkinde sesini duyuracak isim 39. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Kısa Film Yarışması’nda Siyah Güneş filmiyle En İyi Kısa Film ödülüne uzanan yönetmen Arda Çiltepe olacak. Bu kısa girişin ardından dilerseniz röportajımıza başlayabiliriz. Keyifli okumalar.
Film hakkında konuşmadan önce ilk olarak sizi tanıyalım. Kimdir Arda Çiltepe?
İstanbul’da doğdum. Vigo Film’de yapımcı veya yönetmen olarak film yapıyorum.
Filmin ilk olarak dünya prömiyerini yaptığı 72. Locarno Film Festivali’nin “Yarının Leoparları” bölümünde “Küçük Altın Leopar Ödülü”nü aldı. Daha sonra ise 39. İstanbul Film Festivali’nin Ulusal Kısa Yarışması’nda “En İyi Kısa Film” ödülüne layık görüldü. Böylesine iki önemli festivalden ödülle dönmek nasıl bir duygu?
Filmin kabul ve takdir görmesi tabii ki güzel bir duygu.
Filmin yazım, hazırlık, çekim ve post prodüksiyon süreci ne kadar sürede tamamlandı?
Senaryonun ilk halini 6 saatte yazdım. Bakanlık başvurusunun son günüydü. Ama yazmadan önceki hazırlık daha önceye gidiyor. Bozcaada’ya gidip geldiğim seferlerde bazı mekânlar aklımda kalmıştı, yazmaya başlamadan önce de aklımda bu mekânlar vardı. Mesela Çanakkale feribotundan sonra metruk bir benzin istasyonu vardı, çok güzeldi, senaryoda da vardı ama sonra yenilemişler, çekemedik. Ama o mekân filmin nasıl olmasına dair bir his veriyordu mesela. Şimdi siz sorunca tekrar baktım, başvuruyu yetiştirirken Telegram’dan mekânları ve bazı sahneleri parça parça sesli mesaj olarak kendime atmışım. Sonra filme yapım desteği çıktığını öğrenene kadar bakmadım, çıktıktan sonra da senaryoya tekrar çalışmaya başlayana kadar 5-6 ay geçti. O dönem tekrar başına oturmakta zorlanmıştım. Çekim Eylül’ün 2018’de 5 gün sürdü. Post-prodüksiyonu ise Mayıs-Haziran 2019’a kadar sürdü.
Filmin hikayesinin çıkış noktası yaşadığınız bir olaya mı dayalı yoksa tamamen kurgusal mı?
Çıkış hikayesi tamamen kurmaca bir şeye dayanıyor. Filmi az önce anlattığım gibi kafamda evirip çevirirken aklımda “Dere Tepe Türkiye” filan gibi absürt şeyler vardı. Hatta ismi “Türkiye’nin Ruhu” olan bir film yapmak istiyordum. Ortaya çıkan filmle bu iki ismin tabii ki bir alakası yok ama filmi düşünürken yönlendirici olmuşlardı. Yolculuk yaparken geçtiğim mekânlar da filmi belirledi.
Sonraları senaryoya çalışırken ve çekim sırasında filme dair çok şey değişti. Senaryoya çalışırken dedem vefat etti, Hamburg’da yaşıyordum ve cenazeye gidememiştim. Çekim sırasında da pek çok şeyi attık ve ekledik. Senaryoda fırtına muhabbeti yoktu mesela, çekim sırasında Ege’ye yaklaşan fırtına sayesinde girdi. Çekim yaptığımız yerlerde ve zamanda filmin dünyasına dahil olup zenginleştirebilecek her şeye karşı ayık olup dahil etmeye çalıştık.
İlk kısa metrajınız olan “Bahab” filmini 2017’de çektiniz. Bu filmi çekerken ise hiç kuşku yok ki ilk kısa metrajınıza oranla daha tecrübeliydiniz. Bu durum size ne tür avantajlar sağladı?
Bahab’ı üniversiteyi bitirmek üzereyken arkadaşlarımla kendi aramızda çekmiştik. Ama çekim deneyimi bilgi açısından değilse de his açısından öğretici oldu. Çekim sırasındaki o havailik hoşuma gitmişti mesela ve Siyah Güneş’i de ona yakın çekmek istedim. Zaten yolda geçtiğinden o hale uyuyordu. Bir diğer avantaj da o filmde beraber çalıştığımız arkadaşlarımla bu filmde de yer almasıdır. Mesela Alara Hamamcıoğlu iki filmin de yapımcısı. Ariya Toprak iki filmde de oynadı. Bahab’da Ozan Yoleri görüntü yönetmeniydi, bu filmde yardımcı yönetmendi. Yusuf Elbaşı iki filmde de ışıkçıydı ki Ozan da Yusuf da esasında yönetmendirler. Bunun haricinde Bahab’da yer alan herkes destek ve yardımlarını esirgemediler, senaryoyu okudular, filmin kurgusu bittikten sonra çoğu versiyonu sabırla izlediler.
Cenazeye yetişmeye çalışan bir adamın sıradan hikayesini anlatan film, o “son istek” ile hikayeyi bir anda bambaşka bir yöne doğru yöneltiyor. Bu çatışma durumu da toplumumuz açısından alışılmışın dışında. Bu tercihi filmde işlemenizin özel bir nedeni var mı?
Yakılmak Türkiye’de gri alana düşüyor. Türkiye’de şu an krematoryum yok ama yakılmanın önünde bir engel de yok. Cenazeler Bulgaristan’a, Almanya’ya götürülerek yakılıyor. Tüm o prosedür çok ilgimi çekmişti. Film için de tüm o prosedürü Hamburg’daki bir krematoryumda çekmiştik, kurgu sürecinde de o sahneler de sona kadar vardı ama maalesef montajda birçoğunu attım çünkü film o haliyle pek çalışmıyordu.
Bunun haricinde daha esas bir yerden diğer sanatlara nazaran sinemanın ateşle özel bir ilişkisi ve ona ayrıcalıklı erişimi var gibi geliyor. Oradan da düşündüğümü hatırlıyorum. Bunu da filmin senaristi ve görüntü yönetmeni Julia söylemişti, beraber çalışmaya başlarken sırf izlemenin kendi zevki için izlenecek şeylere yoğunlaşmaktan bahsetmişti. Ateş de onlardan birisiydi. İnsanların, nesnelerin, manzaraların fiziksellikleri. Sinemacıların başından beri esas malzemesinin farkında bir hali var gibi geliyor. Biraz erkence olgunluk gibi. Lumiere Kardeşler’in çektikleri ve sipariş ettikleri filmlerde hissedilen belli şeylere hayretleri hâlâ yaşıyor.
Filmin çekimleri sırasında oyuncular sıkı sıkıya senaryoya bağlı kaldı mı yoksa onlara esneklik payı bıraktınız mı?
Oldukça esneklik payı vardı. Çekim öncesinde nerede olacakları, ne yapacakları, nasıl hareket edecekleri belliydi ama karakterler harfi harfine belli değildi. Bütün oyuncular çok şey kattılar. Senaryoda yazılanlar oynansa kuru kuruya bir şey olurdu.
Filmde iki usta oyuncu Ercan Kesal ve Nur Sürer de kısa bir süre yer alıyor. Bu iki isimle çalışmak nasıl bir duygu?
İkisi de saygı duyduğum oyuncular ve çalışmak büyük bir şanstı.
Filmin ana karakterini cenazeye yetişmeye çalıştığı süre boyunca bir yolculukta görüyoruz. Bu bir anlamda insanın hayat yolculuğuna da yapılan bir gönderme olarak da düşünülebilir. Soyut sayılabilecek bu konuyu filmde işlemek konusunda “Acaba derdimi anlatabilir miyim” endişesi oluştu mu?
Filmi başından beri somut olarak ne göreceğimiz ve duyacağımız üzerinden kurmaya çalıştım. Belli bir hissin geçmesini, belli şeyler duymayı ve izlemeyi istiyordum. Senaryoyu yazarken de filmi çekerken de kılavuz niyet buydu. Ama montajın bir aşamasında bir süre “Hikaye geçiyor mu geçmiyor mu?” diye dertlenmiştim. Sürekli yeni bir şey ekliyordum. Yapımcılarım Alara ve Öykü’ye, Julia’ya, Vigo’dakilere, Enes’e, hatta ofise uğrayanlara bile sürekli yeni bir versiyon gösterdiğim bir dönem vardı. Ama sonraları benim itelemeye çalıştığım meselelere filmin malzemesinin yanıt vermediğini fark ettim. Senaryo yazımında başka, çekimde başka ve çektikten sonra da başka malzeme çıktı, üç farklı film vardı. Orası biraz zordu. O baştaki kerterizlere dönmek vakit aldı. Eklemektense eksiltmek daha işe yaradı.
Ama film kapalı, hikaye erişilmez olsun diye de çalışmadım. “Şunu şunu görmek istiyorum ve şu his üzerine gitmek istiyorum” dedim. Hikaye geçiyor mu geçmiyor mu yanlış ve suni soru gibi geliyor artık.
Dünya sinemasına baktığımızda kısa filmlere uzun metraj filmler kadar değer verildiğini görüyoruz. Nitekim Safdie Kardeşler, Luca Guadagnino, Yorgos Lanthimos, David Lynch ve Pedro Almodóvar gibi usta isimler kısa filmler de üretiyorlar. Bizim sinemamızda ise kısa filmlere daha çok uzun metraj çekmeden önce bir sıçrama tahtası olarak bakılıyor fakat son yıllarda bu durum değişmekte. Sizin bu konudaki düşünceleriniz neler?
Size katılıyorum. Kısa metraj öksüz bir format. Ne ticari olarak, ne de süre açısından avantajlı olduğu düşünülürse meşakkatli bir süreç. Sıçrama tahtası olarak görülmesi bu açılardan makul bana kalırsa. Dediğinize ek olarak, hakikaten iyi kısaları olan yönetmenleri izlemek de bir zevk. Miguel Gomes mesela. Ya da Werner Herzog’un ilk kısaları.
Son olarak üzerinde çalıştığınız kısa veya uzun metraj film projeniz varsa ufak tüyolar alabilir miyiz?
Yeni bir şey üzerinde çalışmıyorum şu an için.