14. Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali’nin 12-22 Şubat tarihlerinde !f İstanbul ayağında izlediğim filmleri üç başlık altında toplayabilirim.
Festivaller doğaları gereği takipçilerinde uyandırdığı beklentileri karşılama oranına göre değerlendirilebilir. Takipçilerin festival sonrası belki de hafızalarında en fazla yer eden filmler büyük umutlarla gittikleri fakat daha da büyük hayal kırıklıklarıyla ayrıldıkları filmler ile vasat seans programında en ümit vaat eden ama çok düşük beklentiyle gidilmesine karşın sarsıcı, büyüleyici deneyimler yaşatan filmler olsa gerek. Bu iki uçlarda gezinen grubun dışında yoğun festival seçkisini zenginleştiren, vasatı tutturandan neden festivalde yer aldığına ilişkin kendimizi zorladığımız filmlere değin az ya da çok iz bırakan filmleri de sayabiliriz. Genelde bu geniş çaplı film havuzu takipçilerin genelinin üzerinde uzlaşma sağlamadığı, bazılarının özel, küçük çaplı özel hayran kitleleri oluşturduğu renkli bir yapı muhteva eder.
Bu sene yoğun iş programım dolayısıyla istikrarlı bir katılım sağlayamadığım ama izlediğim filmlerden fazlasıyla memnun kaldığım bir festival deneyimi yaşadım. Filmleri vasatı yakalamaya çalışan, vasatla iyi arasında kendine yer edinen ve başyapıt seviyesinde olmasa da çok önemli bulduğum yapımlar olarak üç gruba ayırdım. Dosyanın ilk iki bölümü filmlere kısa kısa değindiğim yazılardan oluşuyor. Üçüncü bölümdeki çok önemsediğim ve uzun uzun tartışmak gerektiğini düşündüğüm dört filmi ise ayrı ayrı değerlendireceğim.
Son olarak he ne kadar olumsuz hava şartları bir engel oluşturmuş olsa dahi festivalin genelinde çok az filme yoğun katılımın gerçekleşmesi, özellikle gündüz seanslarında neredeyse salonların dörtte birinin dolması, üzerine düşünülmesi gereken bir konu. Yıl içerisinde İstanbul’da düzenlenen diğer film festivalleri kıyaslama dahi kabul edilemeyecek şekilde daha yoğun ilgiyle karşılanırken, İF Organizasyonundan ilginin esirgenmesini sinema dışı nedenlerde aramak konu sinema sevgisi olunca çok büyük değer taşımıyor kanaatindeyim. Özellikle diğer festivallere çıkartma yapan sinema yazarlarının neredeyse çoğunun ortalıklarda gözükmemesi dikkat çekici bir unsur.
Festivalin eleştirilebilecek tarafları olarak her geçen sene bütçeleri fazlasıyla zorlayacak denli artan bilet fiyatlarını ve bir türlü anlam veremediğim şekilde seansların birbiriyle çakıştırılmasını, bazen farklı salonlarda arka arkaya film izlemenin imkansızlaştırılmasını öne çıkartabiliriz. Özellikle seans ayarla(yama)ma sıkıntısını aşmak için bu düzenlemeyi mükemmele yakın bir şekilde gerçekleştiren İstanbul Film Festivali örnek alınabilir. Her şeye karşın festival seçkisinin gayet doyurucu olduğunu söylemek boynumuzun borcu. Ayrıca eklemek gerek, yıl içerisinde çok sık denk gelemediğimiz festivallere katılımın belli seviyelerde olması en başta festivalin geleceği açısından önem arz ediyor.
Festival değerlendirmelerimin ilk bölümünde hayal kırıklığıyla vasat arasında yer alan filmlere göz attım.
Actress – Oyuncu
Filmin Puanı: 3,5/10
Robert Greene’nin yönetmenliğini yaptığı belgesel Actress (Oyuncu), The Wire dizisinde bir yan rolde oynarken hamile kalan oyuncu Brandy Burre’nin bu süreçte yaşadıklarına kamerasını doğrultuyor. Burre’nin hamileliği sonrası setlerden kopuşu, gitgide evcimen bir kişiliğe dönüşmesi karakterin mesleki motivasyonunu negatif yönde etkileyen unsur olarak öne çıkartılıyor. Karakterin hem bedeninin deformasyonundan dolayı bir anlamda ‘beden’ ile var olunan TV dünyasının talep ettiği standartlardan uzaklaştığını düşünmesi hem de bir anne ve eş olarak ev ve iş hayatı arasında nasıl bir denge gözeteceği konusundaki kararsızlığı/kendine güvensizliği belgeselin de dramatik bir çizgide seyretmesine neden oluyor. Burre’nin sıkça evinin içindeki günlük rutinlerini gözlemlediğimiz yapımda, karakterin bu zorlu koşturmacada fazlasıyla yıprandığı gözlerden kaçmıyor. Fakat belgeseli başarısızlığa mahkûm eden ana faktör olarak vasat, herhangi bir TV dramasından daha derinlikli bir yapı kuramamasını gösterebiliriz. Burre’nin günlük rutinini gözlemlemek ve kendisiyle yapılan röportajlar haricinde neredeyse hiçbir yardımcı enstrümana başvurmayan yönetmen bir süre sonra kendini tekrar eden bir kısırdöngüye saplanıyor. Ayrıca belgeselin neredeyse karaktere ‘acındırmak’ dışında herhangi açılım getirmemesi durduğu yerin de sorgulanması ihtiyacını doğuruyor. Actress için rahatlıkla festival seçkisinin en zayıf eserlerinden biri olduğu yorumunu yapabiliriz.
Man in the Orange Jacket – Turuncu Ceketli Adam
Filmin Puanı: 4/10
Letonya sineması gerilim türündeki Aik Karapetian’ın yönetimindeki Man in the Orange Jacket ile festivale konuk oldu. Festival takipçileri için tam anlamıyla bir kapalı kutu olan film çoğu kişinin bir sürpriz yapabileceğine ihtimal verdiği yapımlardandı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı, film tam bir sürpriz balonuna dönüşerek seyirciyi de hayal kırıklığına uğrattı. Orta Avrupa’nın Allah vergisi soğuk atmosferini arkasına alarak başarılı bir dış mekân tekinsizliğiyle başlayan filmin saçtığı umut kıvılcımları hikâye iç mekana girdiği andan itibaren hızlı bir şekilde sönmeye başlıyor. Film, işlemeye çalıştığı konunun merkezine sosyoekonomik adaletsizlik motivasyonu üzerinden bir kapitalizm mağdurunun sistemin temsilcisiyle hesaplaşmasını yerleştirdiği izlenimiyle başlarken, çok kısa bir sürede yapılan şiddetten beslenen hesaplaşma seyircide de filmin hikâyeye nasıl bir açılım getireceği beklentisi uyandırıyor. Fakat yönetmen işlenmek için zengin bir malzeme barındıran çatışmayı bir kalemde harcarken hatta önemsemezken, sırtını avcıyken ava dönüşen karakterin maruz kaldığı gerilime dayıyor. Bir açıdan bakıldığında işçi sınıfının hayalini kurduğu ve bir anlık ele geçirdiğini düşündüğü zengin ve konformist hayatın kurbanı olabileceği mesajı vermeye çalışıyor film. Bunu yapmaya çalışırken öncelikli olarak ana karakterinin nasıl bir yapılanmaya sahip olduğuna dair önemli belirsizlikler bir süre sonra gerilimin kaynağının da cılızlaşmasına, daha doğrusu güçlü bir şekilde beslenememesine yol açıyor. Aslında yönetmenin atmosfer oluşturma konusunda temiz bir işçilik ortaya koyduğu söylenebilir. Kamera çoğu zaman gerilimi yaratabilecek şekilde doğru yerde konumlandırılmasına karşın özellikle fazlasıyla amatör efekt kullanımları filmin kendini fazlasıyla ‘ciddiye’ alan duruşunu sert bir şekilde sarsıyor. Finale doğru iyice ivme kaybeden film, bazı anlarda ‘Korku-Gerilim Sineması 101’ dersi kıvamına hapsolmaktan kurtulamıyor.
Dólares De Arena – Kum Parası
Filmin Puanı: 5/10
Büyük bir cesaret ve zarafetle yaşlılığın fiziksel ve duygusal bütün zaaflarını teşhir ediyor
Karşımızda son yıllarda festivallerin uğramadan geçemediği konuların başında gelen Afrika ya da Akdeniz sahil bölgelerine seyahat eden veya orada yerleşik yaşam kuran ‘Beyazların’ yerel halkla (çoğunlukla siyah derili) girdikleri ilişkileri odağına alan bir film Dólares De Arena. Bu hızla giderse birkaç yıl içerisinde bir anlamda fason üretime dönüşmeye başlayacak akım doğal olarak seçkiden düşük ihtimal başarılı film armağan ediyor seyirciye. Hatta bu tür için başarılı olma amacından daha çok doğru ve tarafgir olmayan bakışın hakim olmasının önemsenmesi gerektiği düşünülebilir. Dólares De Arena’nın “eğitimli, hayatının son baharını yaşayan, mutluluk arayışından olan Beyaz, günün birinde eğitimsiz, genç, fakir bir Beyaz olmayanla karşılaşır ve aralarında bir ilişki başlar” klişesini kimi cesur girişimlerine karşı özgün bir bakış açısıyla dönüştüremediğini söylemeliyiz. Bu eşit olmayan (!) tarafların bolca farklılık içeren ilişki kalıbını kullanan filmler genellikle çizilen iki yol üzerinden hareket ederler: Karakterler tüm farklılıklarına karşın büyük bir tutkuyla birbirlerine bağlanırlar ya da aralarında tek tarafın hakim olduğu ve fayda sağladığı bir ilişki kurulur. Dólares De Arena tam olarak aynı yörüngeyi izlemese de ikinci yola yakın bir yere kuruyor hikâye çatısını. Fakat sorun şu ki taraflardan genç olan kızın ilişkiyi sürdürme amacına yönetmenin de defalarca seyirciye hatırlattığı üzere hiç zorlanmadan ulaşıyoruz: Yaşlı ve zengin partnerini çeşitli bahaneler yoluyla ekonomik olarak sömürmek. Bu noktada yönetmen ince bir ayarla genç kızla yaşlı kadının ilişkisini sadece paraya endeksli bir fahişelik olarak kodlamıyor. Bu kolaycı yola sapmayı tercih etmeyen yönetmen aynı başarıyı yaşlı kadının ilişkiyi yürütme amacını yetkin bir biçimde ortaya koyma noktasında yakalayamıyor. Yaşlı karaktere can veren Geraldine Chaplin’in ‘hüznün ve çaresizliğin’ haritasını çizen yüzünün film boyunca kayıtsız bir şekilde perdeyi kaplaması, güçlü çizilemeyen karakter yüzünden bir süre sonra ‘anlamsızlık’ denizinde boğuluyor. Karakterin yaşlılıkla, hayatla, yitirilen zamanla hayaller ve beden üzerinden kurduğu ters orantılı ilişki kendi içerisinde etkili ve tutarlı olmasına karşın, genç kıza bu yaşlılık tablosunda hangi amaçla yer verildiğinin net olmaması filmin ilişki ayağını çok zayıflatıyor. Çiftin Paris’e yerleşme kararı almasının arka planına çok da masum olmayan bir ‘medeniyetten uzak kalmış olanı medeniyetle tanıştırma ve eğitme’ amacı yerleştirmesi filmi üstten bakan bir noktaya taşıyor. Özellikle de genç kızın finaldeki tercihiyle ırkçılık sınırlarını ihlal eden, sıkıntı bir toplama ulaşılıyor.
Norviyia – Norveç
Filmin Puanı: 5,5/10
Allah her ülkeye Yunan Yeni Dalgası misali taptaze, her daim arayışta ve özgün bir dil yaratmanın peşinde bir sinema nasip etsin. Tabi ki işin doğası gereği bu akıma dahil olan tüm eserlerin çok üst düzey olması beklenemese de özgün olmaya çalışılan ve zengin bir türler skalasında üretim yapan bir sinemadan bahsediyoruz. Norviyia da daha filmin konusundan vaat ettiği üzere renkli, retro, distopik ve uçuk kaçık karakterlerin olduğu bir atmosfer yaratmaya çalışıyor, en azından bunu deniyor. Sinemamız için distopik bir filmin bile hayalini kurmak mümkün değilken, Yunan sinemasına imrenmemek elde değil. Komşu bizim tarafa başka bir yaratıcılık evreninden sesleniyor.
Yiannis Veslemes’in yönettiği film Vampir Zano adlı ayrıksı kahramanını 1980’lerin Atinası’na gönderiyor. Karşımızda distopik, retro havası verilmiş, uçuk kaçık karakterlerin cirit attığı, toplumsal çürümüşlüğün atmosferin havasına sindiği bir şehir çıkıyor. Hareketsiz kaldığında kalbinin duracağını düşünen Zano film boyu insanüstü bir gayretle dans etmeye çalışıyor. Filmin en önemli eksikliği de bu dans mevzuunda karşımıza dikiliveriyor; dans metaforunun tam olarak neyi işaret ettiğine dair hikâyede güçlü bir kaynağa ulaşamıyoruz. Aynı şekilde Zano’nun bir anlamda arkadaşını ararken yolunu kaybetmiş bir şekilde bilmediği bir şehirde ilginç tiplerle karşılaşması ve yaşadıkları üzerine kurgulanan hikâye çatısı ciddi karakter yaratım sorunları barındırıyor. Filmin çok başarılı ve ayrıntılara özen gösteren sanat yönetimiyle kurduğu evrene yerleştirdiği tiplerin Zano’nun serüvenine nasıl bir katkı yaptıkları film boyunca seyirci tarafından zoraki çözümlenmeye çalışılan bir karmaşaya dönüşüyor. Ülkenin yıllar boyu başını fazlasıyla ağrıtan cunta yönetimine ve yarattıkları buhranlı atmosfere açık göndermeler taşıyan film evreni bir türlü karaktere dönüşemeyen çeşit çeşit tipine yüklediği hayat yorgunluğu ve kederle etkili bir bağlantı kuruyor kurmasına ama vampir mitini de işlevsel bir şekilde yürürlüğe koyamıyor. Norviyia seyrettiklerim arasında en ‘potansiyelini perdeye aktaramayan, talihsiz’ filmi olmayı maalesef ki hak ediyordu.