40. İstanbul Film Festivali İzlenimleri (2)

  1. İstanbul Film Festivali’nin ilk Mayıs ayı seçkisinin ikinci haftasını geride bıraktık. Dört filmin bizlerle buluştuğu ikinci hafta, belgesellerin başarısı göz ardı edilemez. Bu yazımda ise sizlerle seçkinin ikinci haftasındaki filmlere dair görüşlerimi paylaşacağım. İşte o filmler:

Writing with Fire

İkinci haftanın seçkisinde yer alan ilk film, Hindistan’da ve aynı zamanda dünyada kadınlar tarafından idare edilen tek gazete olan Khabar Lahariya’nın erkek egemenliğini alt üst eden gazetecilik faaliyetlerini gözlemleyen Writing with Fire. Ellerine aldıkları akıllı telefonla ülkenin tecavüz, adam kayırma, rüşvet, yasa dışı faaliyet gösteren maden mafyaları, işçi ölümleri, tecavüz ve daha birçok sorununu korkusuzca araştıran kadınlar, gerçek gazetecilik yapmanın Hint toplumundaki yansımalarını gözler önüne seriyor. Kendi evlerinde yaşadıklarına, birçok şeyi haberleştirerek gelenekleri alt üst eden kadınlar, örnek ve araştırmacı gazeteciliğin kitabını bu çarpıcı belgeselle yeniden yazıyorlar. Kimsenin haber yapmaya cesaret edemediği konuların üzerine korkusuzca yaklaşan kadınların, yerel polisin yetersizliği, kast ve toplumsal cinsiyete dayalı şiddet, adaletsizlik ve baskıyla sindirme olaylarına dair ortaya çıkardıkları da her kurumu kokuşmuş bir toplumu yansıtıyor. Hint toplumunun kanayan birçok yarasını haberleştirip milyonlarca kişiye ulaştıran kadınların büyük bir özveriyle çıkardığı “Khabar Lahariya” gazetesinin YouTube kanalını merak edenler buradan ulaşabilir.

8/10

 

El Planeta

Seçki kapsamındaki ikinci filmimiz, parasız kalıp evden atılmalarına ramak kalmasına rağmen hiç de bozuntuya vermeyen bir anne kızın gündelik yaşamlarına odaklanan El Planeta. İspanya’nın güneyindeki Gijon kentinde başına buyruk hayatlarını yaşayan bir anne kızın hayatına siyah beyazın zarafeti içinde yaklaşan film, birkaç feminist gönderme ve eser miktardaki mizahi sahne dışında son derece sıradan bir hikaye sunuyor. Kendi kurdukları dünyanın içinde var olan yaşamlara bizzat içeriden bir bakış açısıyla yaklaşan yönetmen, kendi annesiyle rol almasının doğallığını her dakika hissettirmeyi başarıyor fakat bu başarı filmin geneline yansıyamıyor. Slayt gösterisini andıran sahne geçişleriyle de farklı bir denemenin içine giren film, izlenip kısa sürede unutulacak bir iş.

5/10

 

Herr Bachmann und seine Klasse

Seçkinin üçüncü filmi, Almanya’nın orta bölgesindeki Stadallendorf kasabasındaki Georg Büchner Okulu’nda öğretmenlik yapan Dieter Bachmann’ın öğrencileriyle bir ders yılında yaşadıklarını anlatan belgesel Herr Bachmann und seine Klasse. 217 dakika boyunca eğitime ve insana saygısını hayat felsefesi haline getiren pırlanta gibi bir eğitimcinin öğrencileriyle olan arkadaşça ilişkisini en doğal haliyle yansıtan belgesel, yüksek ve tempolu enerjisiyle süre dezavantajını yaşatmıyor. Zihinlerdeki öğretmen algısını öğrencilerine olan ilgisi, yaklaşımı, öğrettikleri ve duygusal yaklaşımıyla tamamen ters yüz eden Bachmann’ın sıcakkanlılığı, samimiyeti ve arkadaş canlılığı, belgeseli izlerken kalpleri ısıtarak kendisine karşı bir yakınlık hissettiriyor. Yönetmenin de dediği gibi “Yalnızca bilgi aktarmakla kalmayan, tüm zayıflıkları ve güçlü yanlarıyla benliğini işe katan; tabuları olmayan ve öğrencilerini ön yargısızca harekete geçiren; insanın kendine verdiği değeri artırmanın pisagor teoreminden daha önemli olduğunu bilen” bir öğretmenin nasıl olması gerektiğinin adeta MR’ını çeken belgesel, Alman eğitim sisteminin de kendi tarihini objektif biçimde anlatıldığı bölümleriyle kendine hayran bırakmayı başarıyor. Öğrencilerinin gelişimiyle ve akademik başarısıyla yakınen ilgilenen, sorunlarını çözmeye çalışan, kariyerleri için yönlendirmelerde bulunan bir öğretmenin portresini ressam ustalığıyla çizen belgesel, yılın en iyi işlerinden biri olarak kesinlikle kaçırılmamalı.

8/10

 

Suzanna Andler

Seçkinin dördüncü filmi, mutsuz evliliğindeki sıkışmışlığını genç aşığıyla gidermeye çalışan bir kadının ailesi için kiralık yazlık ev bakmaya gittiği gün yaşadıklarını konu edinen Suzanna Andler. Eşiyle ilişkisi sadece kağıt üzerinde olan ve gerçek aşkı genç bir adamda bulan kadının kendisi ve sevdiği adamla yüzleşmesine ilk dakikalarında merak ettiren fakat ilerleyen dakikalarında bezdiren bir anlatımla ele alan film, son derece hantal bir görüntü sergiliyor. Aşk üzerine belirli bir yere varmayan diyaloglar, kendini tekrar eden ve başka konulara yol açıp dallanıp budaklanan tartışmalar, durağan oyunculuklar filmi tam bir sinir harbine dönüştürüyor. Charlotte Gainsbourg’nun dahi kurtaramadığı, tiyatro metni altında ezilen ve aşk temasına hiçbir farklılık getirmeyi başaramayan film, kendi labirenti içinde dolanıp duran olay örgüsüyle buram buram olmamışlık hissi kokuyor.

4/10

 

Bir sonraki yazıda görüşmek dileğiyle.

1996'da doğdu. Üniversite için geldiği İstanbul'da kültür sanat sarhoşu olduktan sonra hayatı tamamıyla değişti. Gerçek sinemayla tanışması 2015 yılında İstanbul Film Festivali ile gerçekleşti. Film festivalleri vazgeçilmezi. "Film sinemada izlenir" anlayışının yılmaz destekçisi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir