Milenyuma gireli tam 16 yıl oldu ve korku film hayranlarını heyecanlandıran yeni dalga yönetmenler ile dünyanın her yerinden nasıl çığlık attıracağını, izleyiciyi nasıl korkutacağını bilen film yapımcıları ortaya çıkmaya başladı.
İşte 21. yüzyılın en iyi korku filmleri listesi şu şekilde:
25.Orphan – Evdeki Düşman (2009)
Türe yönelik filmler yapan yapım şirketi Dark Castle Entertainment’ın müdürleri Joel Silver, Robert Zemeckis ve Gilbert Adler şakacı gerilimlerin kralı olan William Castle ile ortalama üstü yeniden yapım filmler yapmaya karar verirler. Sonunda şirket farklı tarzda filmler üretmeye başlar ve Leonardo DiCaprio’nun yapımcılardan biri olduğu Orphan, şirketin en iyi filmi oldu. İspanyol Jaume Collet-Serra tarafından yönetilen film, korkunun alt türlerinden olan şeytani çocuk temasını ele alıyor. Genç bir çiftin (Vera Farmiga ve Peter Sarsgaard tarafından canlandırılıyor) üçüncü kez çocuklarını doğmadan kaybedince, Esther adındaki garip bir Rus kızını evlat edinmeye karar verirler. 123 dakika boyunca film sizin yavaşça devrelerinizi yakıyor ama filmin ters köşe yapması geri kalanını kötü etkilemiyor. Yerine, heyecanı zirveye taşıyor; Jeff Cutter’ın soğuk sinematografisine teşekkür etmek gerek, karlarla kaplı bir dünyada buzul gezegen Hoth’u hatırlatıyor, hatta ondan daha güçlü ve kötü. Bu türün hayranı olmasanız bile, Orphan’ın etkileyici ve karakteristik enerjisini inkâr edemezsiniz. İkilem aklınızı uçurmadan evvel çoktan sarsılmış olacaksınız.
24.The Ring – Halka (2002)
2000’ler öncesinde, Japon korku filmleri büyük olaydı ve Hollywood olabilecek en kısa bir sürede bunu yakaladı ve hemen yeniden yapımlara stüdyolar yeşil ışık yaktı. Bunun sonucunda Pulse, The Grudge, The Eye ve One Missed Call gibi korkunç filmler ortaya çıktı ama ilk çıkan The Ring mükemmel bir orana sahipti. Pirates of the Caribbean’ın yönetmeni Gore Verbinski, orijinal filmin aşağı yukarı aynı senaryosuna sahip bir film çekti: Gazeteci ve bekar bir anne, yeğeninin esrarengiz bir şekilde öldüğünü öğrenir, cesedi korkudan donup kalmıştır. Olayı araştırırken, ölümünün nedenin bir video kasedin, 7 gün içerisinde insanları öldüren bir şehir efsanesi olabileceğini keşfeder. 1998 yapımı orijinal filmden daha başarılı değil ama Verbinski, Hideo Nakata’nın özünü koruyup ilerliyor ve Bojan Bazelli ile Hans Zimmer görsel ve işitsel açıdan filme katkı sağlıyorlar. Şok edici sonundan sonra orijinal filmi izleyenler küçük görebilirler, bu taze yeniden yapım kesinlikle unutulacak türden değil.
23.You’re Next – Katliam Gecesi (2011)
Adam Wingard ve Simon Barret’ın isimleri tanıdık gelmiyorsa, IMDB sayfalarına bir göz atmalısınız. Bu zeki, komik, ev işgali filmi ve son çektikleri The Guest ile birlikte türün yükselen bu iki film yapımcısını takip etmek isteyeceksiniz. Bir sonraki yapacakları film (Kore yapımı I Saw the Devil’ın yeniden yapımı) şüphesiz merak uyandırıyor, ama şimdi You’re Next’ten bahsediyoruz ki artık Netflix’den izlenilebilir durumda. Bu gerilim yolculuğu, korku filmlerinin eğlenceli ve asla hayal kırıklığına uğratmadığı zamanları hatırlatıyor. Bir grup düzenbazın elitlere ve yerli halka saldıran ve Sharni Vinson’ın komedi, kan gölü ve kaçınılmaz olarak doldurulan karakteri etrafında geçiyor. Ne ile karşılaşacağınızı kendiniz bulmanız için söylemiyoruz, çünkü You’re Next, karakterlerin değişken ruh halleri ve beklentileri baş aşağı eden bir başarıyla işlenmiş.
22.It Follows – Peşimdeki Şeytan (2014)
Cannes’da gösterimleri yapılan filmleri düşününce, doğaüstü gençlik korku filmlerini aklınıza getirmezsiniz, ama It Follows, Critics’ Week bölümünde yüksek gösterimle açılış yaptı. David Robert Mitchell’in yönettiği film, tehlikeli metaforlar barındıran, kamp ateşi eşliğinde anlatılan ve eğer The Breakfast Club üyeleri böyle korku dolu bir maceranın içine girseydi ne olurdu düşüncesini yaşatıyor. Oldukça korkutucu. Mitchell, olayları baş döndürücü şekilde uzun çekim ve hızlı kesimleri bolca kullanır, böylece izleyici korkunç bir şeyin yaşanacağını bekler, bu bir yandan çok sanatsal ve bir yandan da gerici bir durum. Mitchell’in yarattığı bu mitoloji ve Maika Monroe (başka bir seri katil filmi olan the Guest’in oyuncularından), Jamie Lee Curtis’in Halloween’deki ikon haline gelmiş kadın karakteriyle karşılaştırılıyor. Tek gecelik bir kaçamağın sonunda lanetlenen bir kız sadece.
21.Berberian Sound Studio – Berberian Ses Stüdyosu (2012)
İngiliz yönetmen Peter Strickland, Macar yapımı Katalin Varga ile birlikte ilk filmini yaptı, ama Berlin Film Festivali’nde ödül almasına rağmen çok izlenmedi. Sonucunda, Berberian Sound Studio, bu çok ilgi görmeyen korku filmi, izleyenlerin başlarını başarılı derecede ağrıtıyor. David Lynch ve klasik giallo korku filmlerinden esinlenilmiş bu filmde Toby Jones’un canlandırdığı Gilderoy bir ses mühendisidir ve The Equestrian Vortex adında bir korku filmi çekmek için İtalya’ya gider. Gilderoy işini titizlikle yapar, fakat bu arada da kendisi bir aydınlanma yaşar. Korku filmlerindeki efektlerin anlatıldığı bir korku filmi ve filmde bir şeyleri zar zor görüyoruz, zarar veren tatsızlıklar ve efektlerle oluşturulan çığlıklar izleyicinin hayal gücüne bırakılıyor. Yerinden sıçrama ve kan gölleri göremeyen türün hayranları, hayal kırıklığı yaşayabilirler ama kulaklarınıza kadar, kemiklerinizi titretecek türden gerçekçi bir korku filmi.
20.We Are What We Are – Kan Kokusu (2010)
Listenin geri kalanında göreceğiniz gibi milenyumun şimdiye kadar yapılmış, en iyi İspanyol korku filmi ve hiçbiri Meksikalı yönetmen Jorger Michel Grau’nun sürükleyici, zengin ve güzel filmi kadar seyirciye hak ettiğini vermiyor. Cannes’da Directors’ Fortnight (Yönetmenlerin 15 Günü) bölümünde seçilen filmde, alçakgönüllü bir saatçi sokakta ölü bulunur. Polis, midesinde bir insan parmağı olduğunu keşfeder ve adamın çocukları, babalarını kaybettikten sonra ihtiyaçlarını kimin karşılayacağını merak ederler. Ve sadece parasal anlamda değil, ailenin insanları yeme gibi garip bir ritüeli vardır. Şeytanice yazılmış, Grau’nun gerçekçi bir yetenekle yaptığı ve taze eti bulmak, sözde, klişeleşmiş yamyamlık metaforunda, yakın zamanda yabancı dildeki türün en iyi örneği. Tabii ki de, Amerikan sinemasının yeniden yapımı kaçınılmadı: şaşırtıcı olan, Jim Mickle’ın yönetmesi, geçen yıl yapıldı ve Cannes’a seçildi. Türü geriye çevirmek, olayları değiştirmek, hikâyeyi önemli ölçüde etkiliyor ve böylece orijinaliyle aynı seviyede olamıyor.
19.The House of the Devil – Şeytanın Evi (2009)
Ti West’in gecikmeli korkutucu işinde, bir şarkıda dediği gibi “bir şey başka bir şeye yol açar”. The Fixx’in 1982’deki şarkısı House of the Devil’da yer alıyor, ama film kendisi gibi soğuk ve 80’lerin nostaljisinden uzak. Buraya bir not eklemek gerek, Gringhouse buzdağında, düşük bütçeli modern korku filmleri, 1980’ler periyodunda zirvedeydi. Death Proof ve Planet Terror gibi ama West türün gerçek ruhunu ele alıyor ve bütçe kısıtlamaları, geçmişin estetikliğini taklit eden, aynı zamanda yeniliklerden de ilham alan, Lisa Simson’ın sözündeki gibi arşivlik bir korku filmi: “Çalmadığı notaları dinlemelisin”. Film tepeye bu kadar yükselmeseydi, West’in filmi, sıfır geleneksel korku film öğeleriyle birlikte hiç olurdu. Ama hayır, sonunda zirveye taşıyor, başkarakterin başına kötü bir olayın gelmesiyle izleyiciye istediğini veriyor. Film tansiyonu yükseltmede başarılı, “henüz korkutucu bir şey görmediniz” felsefesini öğretir nitelikte ve ayrıca “en son kalanlar” konseptini toptan yıkıyor.
18.Cabin in the Woods – Dehşet Kapanı (2012)
İlk başlarda Cabin in the Woods gün ışığını göremeyecek gibi duruyordu. Filmin çekiminden sonra MGM finansal zorluklar çekiyordu. Neyse ki film aradan kaçmayı başardı ve Lioangate ile güçlü yazar ve yapımcı Joss Whedon (kült yapım Buffy the Vampire Slayer ve Serenity’nin yapımcısı) tarafından kurtarıldı. Sonunda ortaya çıktığında, korku türüne bomba gibi patladı. Filmde, bir grup bahtsız genç köhne bir kulübeye giderler ve arka planda işleri ele almış güçler gösterilir. Yazar ve yönetmen Drew Goddard ve Whedon bunu kontrol etmeyi başarırlar. Film yapımcıları, aynı anda parmaklarını seyirciye sallıyorlar ve tamamıyla ne istediklerini veriyorlar. Eğer Cabin In The Woods’u görmediyseniz, kendinize bir iyilik yapın: Gün boyunca yapacağınız korku film maratonunun tek filmde buluşmuş hali. Evil Dead gibi yeniden yapım filmlerdeki düz suratlara karşı filmin, türün bu özelliğinden ayrılması harika. İzlerken neden bu kadar ciddi olalım ki?
17.The Mist – Öldüren Sis (2007)
Yönetmen Frank Darabont, Oscar adaylığı bulunan The Shawshank Redemption ve The Green Mile gibi iki Stephen King romanını ele almıştı ama 1980 yılına ait kısa bir hikayeden uyarlanan The Mist, yönetmenin uzun zamandır yapmak istediği bir proje. Bir ton girişimin ardından, yazar/yönetmen ekibi toparlamaya çalıştı ve düşük bütçeli bir sette, az ama öz yorumla New England’ın küçük bir kasabasında geçen esrarengiz ve ölümcül bir sisin tuzağa düşürdüğü insanları konu alır. Sonuçlara göre, bu sonu iyi bitmeyen, düşündürücü ve orijinal hikâyeyi geliştirirken, film gelmiş geçmiş en iyi King uyarlaması olduğu yönünde. Darabont’ın orijinalinde tasarlamadığı kirli yaklaşımı, hikâyeyi olumlu yönde etkiliyor, filmdeki sürükleyicilik ustalıkla ele alınıyor. Ayrıca oyuncu seçimi, eşit derecede mükemmeller. Harika Thomas Jane ve zekice araya giren Marcia Gay Harden’ın canlandırdıkları din fanatikleri, siste tıkılı kalmaktan daha beter şeylerin olduğunu kanıtlıyorlar.
16.The Babadook – Karabasan (2014)
The Babadook, It Follows gibi festivallerde seyirciyi çıldırttı ve şimdiden en başarılı korku filmlerdeki yerini aldı. Avustralyalı yönetmen Jennifer Kent’in ilk filminde, Essie Davis kocasının ölümünden sonra perişan olmuş ve çocuğuna bakmak zorunda olan Amelia olarak karşımıza çıkıyor. Ama oğlunun bir çocuk kitabında yer alan Babadook adındaki bir yaratığın evde gizlenmiş olduğuna inanmasıyla işler kötüden felakete dönüşür. Kent serin atmosfere sahip filmde, korku filminde olması gerekenleri ustalıkla dağıtıp izleyiciyi fiziksel anlamda yoğuruyor, ama aynı zamanda gerçek elementleri barındıran bir korku filmi, akıl sağlığını eşeleme, ebeveynlik ve yas tutma gibi konuları işleyip geleneksel bir korku filmi çıkarıyor. Babadook son yıllardaki en akılda kalıcı yaratıklardan biri.
15.Bug – Böcek (2006)
Hiç şüphesiz ki bu küçük ölçekli, cızırtılı paranoya kâbusları, korku sinemasının tüm zamanların en büyük örneklerinden biri olan The Exorcist’e bir gönderme. Ama William Friedkin, Tracy Lettes’in oyunun uyarlanan filmde atıfta bulunurken, yan türleri de içinde barındırıyor. Ashley Judd ve Micheal Shannon kariyerlerinin en iyi performanslarını sergiliyorlar. Tek mekânda başlayan bir ilişkide Agnes karşı taraftan etkilenir, ama Shannon’ın canlandırdığı Peter’ın değişik paranoyaları baş gösterir. Orduda uygulanan testler sonucu hücrelerinde böcekler olduğuna dair paranoyak hisleri vardır. Durum böyle olunca Agnes iyi olmaktan oldukça uzaklaşır. Oklahoma’lı garson, oğlunun yokluğu onu kovalarken, eski sevgilisinin tehditleri ve alkol ve ilaç bağımlılığı Lett’in senaryosundaki kurnaz noktalar ile Friedkin bu unsurları kavrayıp başarıyla gerçekleştirmesi olumlu derecede etkiliyor. Peter başlangıçta Agnes’in kurtuluşu olarak görülüyor ama aslında Agnes gibi o da lanetli ve yalnız kalma korkusu onu deliye döndürüyor. Tatmin etmeyen sonunu bir kenara bıraktığımızda, az kaynaklı ve fikirle görüntülerin birbiriyle bağlantıları harika bir örnek.
14.The Descent – Cehenneme Bir Adım (2005)
Besleyici bir korku filmi sık sık içten gelen duygular gibi alegorik bir değere sahip olup saçma derecede korkutabilir. Neil Marshall’ın The Descent filmi bunlardan biri değil. Hatta daha da ötede bir şey. Film Amerika’da farklı bir sonla gösterildi; İngiliz versiyonundaki gibi kasvetli bir sona sahip değil ama risk edildiği hissi veriyor. Filmin ilk yarısındaki küçük alanlara, tuzakların ustaca yerleştirilmesi ve kişiler arası problemlerin aşırı sorunlar doğurması filmin listedeki yeri almasını sağlıyor. 6 kadından oluşan bir arkadaş grubu mağaraları araştırmaya giderler ve kurtarılma ihtimalinin olmadığı bir mağarada mahsur kalırlar. Dürüst olmak gerekirse, kadınların arasındaki ilişki, olayların konuşulup aralarındaki kinin ortaya çıkması ve çok geçmeden garip olayların başlaması noktasında korkudan baygınlık geçirebiliriz. Filmin ilk bir saatinde, Marshall’ın yarattığı atmosferde yüksek tansiyon ve geçmiş zamana ait, tüyler ürpertici bir karanlık ve gizlenen bir şeyler hâkim. Hayal gücümüz ekranda gösterilen terörden son derece umutsuz. The Descent inancını sonradan yitiriyor olabilir, ama yine de en derin hayranlığımızı ve zekiliğini, klostrofobik korkularımıza başarıyla değindiği için hak ediyor.
13.28 Days Later – 28 Gün Sonra (2002)
Danny Boyle’un kariyerin başlarında çektiği Shallow Gave ve Trainspotting gibi iki büyük film, onu genç bir yıldız yönetmen yapsa da sonradan gelen A Life Less Ordinary ve The Beach gibi düşüncesizce işler onu Hollywood havuzuna attı. Yıldız isimlerle çalıştı ve yüksek bütçeli filmler yaptı, fakat performansı düşük oldu ve iyi yorumlar alamadı. 2001’deki iki televizyon filminden sonra Boyle, kendi düşük bütçeli filmlerine zombilerle birlikte geri döndü ve olan bir şeyin üstüne yeni bir şeyler inşa etmek her zaman olumlu sonuçlar doğurmaz ama enerjisi ve sinemaya olan aşkı 6 yıl sonra ona En İyi Yönetmen Oscar’ını kazandıracaktı. Ve 28 Days yaptıklarının arasında en iyilerden biri. DV kameralarıyla çekilen, Dogma 95 estetiğine sahip olması filmi zinde tutuyor. Karmaşıklık getiren pikselli görüntüler, paranoya ve yeni nesil kıyamet senaryosu öfkeden daha hızlı yayıldı. Tür için oldukça orijinal bir zombi filmi ve insanlar da yaratıklar kadar kötü. Zack Synder hızlı zombileri icat etse de kalplerimiz bu film için şüpheci yaklaşımla doruğa ulaşıyor. Sonradan filmi tekrar izlediğimizde, bir kez daha kendimize neden bu filmi sevdiğimizi hatırlıyor ve tüm o iğrenç sesleri unutuyoruz.
12.The Devil’s Backbone – Şeytanın Belkemiği (2001)
Pan’s Labyrinth’i bu noktada Guillermo Del Toro’nun tartışmasız başyapıtı ama filmdeki korku öğeleri, fantastik/peri masalı filmi konusunda bizi biraz düşündürüyor. Sorun yok, İspanya’nın iç savaşında bir yetimhanede geçene The Devil’s Backhouse, görsel ve işitsel bir zenginliğe sahip, Pan’s Labyrinth’i kadar iyi. Ekranda Guillermo Del Toro’nun ismini gördüğünüzde, bunun bir hayalet filmi olduğunu ve bombalar düştüğünde kaybolan sözde bir çocuğun hayali olduğunu eklemekte fayda var. The Devil’s Backbone zor bir film, Guillermo Navarro’nun çekimi ve görüntüler sadece büyülemiyor, adeta içine alıyor. Pan’s Labyrinth gibi süslü ve sihirli olmayabilir, ama duygusal ve görsel açıdan aynı derecede etkileyici. Bu iki filmin aynı yer ve aynı tarihsel zamanda geçiyor olması eşit dereceye getiriyor.
11.The Others – Diğerleri (2001)
Görkemli atmosferi, eski tarzı bir hayalet hikâyesi, perili bir ev ve ürkütücü çalışanlar, sorunlu çocuklar Alejandro Amenabar’ın The Others filminin barındırdığı öğeler, pençelerinden kanlar damlayan ve Asya’nın korkunç çocuklarından yeterli derecede bir tarza sahip. Olağanüstü Nicole Kidman’ın nevrotik, gergin karakteri garip bir şekilde eski zamana ait ve film birkaç psikolojik evrede okunabilir. The Innocents filmi gibi, The Others kader ve dindarlık, soyutlanmanın tehlikeleri ve cinselliğin mahremiyeti gibi alt temalarına sahip, fakat Kidman’ın sempatik bir şekilde canlandırdığı karakteri histerik sınırdan daha basit. Aynı zamanda korkutucu, güzel ve sakin çekim, gaz lambası ışığında beliren orada olan veya olmayan yüzler ve her odada hissedilen soğukluk klasik hayalet hikâyesinin tüm özelliklerini barındırıyor. Ve çocukların ışığa son derece hassas olup güneşe çıkamama durumu, tüm korkuyu bütünleştiriyor; Javier Aguirresarobe’un karanlık ve gölgelerin kullanılması hayalindeki işini gerçekleştirmesine sağlıyor. Yavaş ilerleyen bir film ve görünüşte Texas Chainsaw Massacre ile aynı gibi, ama tamamıyla eşit parçada trajik, umutlu ve çaresiz tatmin edici bir finale sahip.
10.Kill List – Ölüm Listesi (2011)
Şimdi veya sonra, bir film sizi boğazınızdan yakalarsa asla bırakmaz. Kill List’in sonunda sersemlemiş, şaşkın ve karnımıza yumruğu yemiş gibi hissedebiliriz. İlerleyen sahneler bilmeceyi nasıl çözeceğimize dair ipuçları yakalamamızı sağlıyor ama bu çok da önemli değil, anlatıdan çok ruh hali ve atmosfer ön planda. İngiliz korku yönetmeni Ben Wheatley’nin ikinci filmi Kill List. Yapılan listede, erken ekilmiş korku tohumları giderek filizlenen, vicdan azabı çeken kahramanımızın etrafında geçiyor. Ama işler onun için artık çok geçtir. Film sizi etkisi altına alıyor ve sona hazır değilken sizi serbest bırakıyor. Sonra parçaları toplamaya başlıyorsunuz, Wheatley’in ürkütücü tonunda ve kabusvari ses efektleri sizi saatlerce, günlerce hatta haftalarca takip ediyor.
9.Kairo – Nabız (2001)
Yukarıda dediğimiz gibi, Japon korku film yeniden yapımları 2000’lerde başlayan bir trend haline geldi ve hızla da söndü gitti ama Hollywood’dan önce bu tür çok para ediyordu. Birkaç başarılı girişim yapıldı ama bu 2006 Amerikan yapımı Kiyoshi Kurosawa’nın makinelerimizdeki fantastik, harika üzücü kıyamet hayalet hikayesi için söylenemez. Seyirciyi tedirgin eden kendine güvenen atmosferi, havası ve sessizliği, olağanüstü sanatsal açıları ve düşündüren bir hayalet öyküsü barındıran Kairo, hala pastanın kreması ve zamanının en iyi korku filmi. Kurosawa, sahip olduğumuz, bağımlısı haline geldiğimiz teknolojini içine girip onu alt üst ediyor, bu yeni oyuncakları ve internetin çocuklar üzerindeki etkilerini anlatmıyor, insanlığın en büyük korkusu haline gelmiş yalnız ölmeyi ele alıyor. Film sonunda baskın ve bulanık hissettirmiyor, ama kendisine has bir etkiyle izleyiciyi baş başa bırakıyor. Birkaç gerçekçi korku sahnesi dışında bu film ölümüne kadar korkutuyor.
8.Black Swan – Siyah Kuğu (2010)
Eğer insanlar Darren Aronofsky’nin The Fountain ve The Wrestler filmlerinden sonra balerin hikâyesini anlattığını duyduklarında donup kalmışlardır. Ama bu film olağanüstü, çılgın ve harika bir tür örneğine dönüşüp bir fenomen haline gelince kalplerini durduracak bir şok yaşamışlardır. Oscar ödüllü Natalie Portman’ın hayat verdiği Nina, topluluğun yeni balerini olmak için çalışan ama bir türlü yönetmen Thomas’ı Kuğu Gölü’nde hem beyaz hem de siyah kuğuyu canlandıracağı konusunda bir türlü ikna edemeyen balerin rolünde. Ama Mila Kunis’in potansiyel sevgili/rakip karakteri Lily, masum bir kızın içindeki karanlığı ortaya çıkarıyor. Cronenbergvari All About Eve’in korku filmi haline gelmiş ve Aronofsky’nin hayalperest çekimleriyle fiilen garip, rahatsız edici, sanrısal ve inanılmaz güzel. Yönetmenin en iyi filmlerinden biri ve son zamanlardaki klasikleşmiş bir korku filmi.
7.The Orphanage – Yetimhane (2007)
Çocuklar ürkütücü olabiliyor, özellikle korkuluk maskesi takmaya zorlanmış çocuklar. Juan Antonia Bayona’nın The Orphanage harika bir hayalet hikâyesine yakın, fiziksel olarak şok edici geren ve esrarengiz bir öyküye sahip. The Others ya da Pan’s Labyrinth ile aynı dönemde geçen film, zarifçe işlenmiş ve çekilmiş, film Belen Rueda’nın doğaüstü güçlere karşı dimdik duran Laura’sı etrafında olaylar gelişiyor. The Orphanage, gerçek hayattaki terörden gerçek bir güç çıkaran ve gerçeğin altında yatan duygular barındıran bir klasik korku filmi manifestosu. Laura’nın evlat edindiği oğlu Simon’a HIV virüsü teşhisi konur, Thomas’ın zorbalık ve utanç dolu hikâyesi, Simon’ın davasında çalışan sosyal güvenlik görevlisi gizemli dolu bu dosyayı ele alır ve kendisi de aynı yerden evlat edilen bir yetim olan Laura, bu çocukların arkasında kurtarılmayı bekleyen bir şeyler olduğuna inanır. Geçmişimizle bağlantımız, dünyevi kaderimiz ve çocuklar üzerindeki insafsızlık ve zalimlik temaları sıkça döndürülüyor. Ustaca işlenen sonu kabul edilebilir ve korkutabilir ama jenerik başladıktan ve gizem çözüldükten sonra insanlığın çaresizliği ve üzüntüsü akılda kalıyor.
6.Trouble Every Day – Her gün Başka Bir Bela (2001)
Korku türünde Gallic’ın arkadaşı Claire Denis ile sevmek zorunda değilsiniz ama son filmi Bastard’ı gören herkes, şok edici ve türün en iyilerinden olduğunu bilirler. Onun saf korku filmi için geriye dönüp Trouble Every Day’e bakmak gerek ve bundan daha az korkutucu bir şey daha yok. Filmin içeriğine en uygun başlık The Hunger (Açlık) maalesef daha önceden alındığı için bu isimde karar kılındı. Fransa’nın kırsal bölgesinde yaşayan sapkın bir kadın, sevgililerini iştahla yemekten kendisini alamaz. Aynı zamanda iki Amerikalı kendi çıkarlarına ters düşerler, oraya nasıl geldiklerini ve böyle vahşi bir durumun içine nasıl sürüklendiklerini anlamaya çalışırlar.
5.Let The Right One In (2008) + Let Me In (2010) – Gir Kanıma
Orijinali Tomas Alfredson’ın İsveç yapımı olan bu gotik aşk hikâyesine sahip John Ajvide Lindqvist’in romanından uyarlanan film dönemin en iyilerinden. Matt Reeves’in Amerikan versiyonu bir o kadar başarılı ve birçok sahnesi orijinaline sadık bir yeniden yapım. Alfredson ve Lindqvist izleyiciye çok şifreli olmayan, önemli detaylarla hikâyeyi çözmeleri için meydan okuyorlar. Let The Right One In nadide bir film, türün hayranları tarafından takdir görüyor. Let Me In birkaç yıl sonra vizyona girdi ve birçok detay orijinal filme göre, Amerikan izleyicisi için yumuşatıldı ve böylece orijinal filmin karanlık detayları filmi daha açık hale getirdi. Amerikan versiyonu, yeni bir açının büyük bir olanağı kaçırmış oldu, neredeyse 500 sayfalık bir hikâyenin Lindqvist versiyonunda yapılmayan sahneler yapılmadı. Bir diğer büyüleyici nokta ise kitabın başında vampir için avcılık eden baba karakteri daha hain bir karakter sunuyor ve ısırılıp hastane camından düşse bile etkisini sürdürüyor. Yine de kötü bir şey söylememek gerek. Sonunda, Alfredson, Reeves’e göre daha sanatsal bir yönetmen, filmini daha vahşi ve agresif yapmaya karar vermiş. İki film de derin mutsuzluğa ve bazen kararsız bir ruh haliyle karşı koyarak varoluşsal ve etik ikilemlerle seyirciyi sorgulatıyor. Bunlar tümüyle baş, kalp ve kan gölleriyle vücut bulmuş filmler ve hangisi daha iyi diye seçim yapamayız.
4.The Host – Yaratık (2006)
Yaratık filmleri vardır, bir de The Host vardır. Bong Joon-hoo’nun kusursuz, korkusuz yaratık filmi en başarılı Güney Kore filmi ve neden olduğunu anlamak zor değil. Oldukça basit bir hikâye giderek daha kötü gelişen olaylar, olayların çabucak geliştiği, türün özelliklerini güzelce kapsayan ve sıradan olmayan Amerikan filmlerinde asla göremeyeceğiniz özellikler barındırıyor. Amerikan ordusu, bazı tehlikeli maddeleri Han Nehri’ne attıktan sonra devasa amfibi bir yaratık denizden çıkagelir ve genç bir kızın yok olmasına neden olur. Kızın ailesi, çocuklarının intikamını almaya yemin eder ve korku, komedi, aile draması, bilim kurgu ve bir çeşit peri masalının eşit biçimde dağıldığı bir film karşımıza çıkar. The Host hakkında her şey neredeyse tatmin edici. Joon-hoo’nun farklı türleri birleştirici girişimi yeterince göz kamaştırıcı, birlikte her şey yerli yerinde görünüyor. The Host yıllarca taklit edildi (Bkz. J.J. Abrams) ama filmin değişik enerjisi ve eşsizliği asla elde edilemedi.
3.Time Of The Wolf – Kurdun Günü (2003)
Michael Haneke, aslında bir slasher filmi olan Funny Games ile adının uluslararası alanda tanınmasını sağladı. Neredeyse her filminin bir korku filmi olduğunu (Evet, Amour bile) tartışın ya da en azından 2003 yapımı distopya terörünü işleyen Time of the Wolf, yönetmenin gerçekçi korku öğelerinin barındırdığı film olarak sayabiliriz. Filmin başlangıcında kıyamet günü geldi çattı ama bu kötünün kötüsü değil. Bundan çok uzakta. Felaket sonrası bu dünyadan kurtulmak için mücadele eden Anne (Isabelle Huppert) liderliğindeki bir aile, toplum tarafından baskı görmektedir. (Su kıtlığı ve hayvancılık yok olur) Ve ilk dakikalarda, soyulurlar ve psikopozun (Daniel Duval) ölümünü seyretmek zorunda kalıp kaçmaya zorlanırlar ta ki suyu kontrol eden kuşkucu beş para etmez zorba Olivier Gourment tarafından korunana kadar. Diğer Michael Haneke filmlerine nazaran daha eğlenceli bir film karşımızda, kusursuz bir şekilde yönetilmiş ve sergilenmiş özellikle Huppert’ın oyunculuğu izlemeye değer. Yönetmenin izleyiciye verdiği, The Road gibi yükseltilen ve aklımızda bir korku filmi olduğuna kanaat getiren aslında bir distopya filminden bahsetmiyor ama onun elementlerini barındırıyor.
2.Under the Skin – Derinin Altında (2014)
Sorgusuz sualsiz, Jonathan Glazer’ın bu başyapıtı kesinlikle bir korku filmi. Scarlett Johansson uzaydan dünyaya gelen bir uzaylı. Under the Skin’i tek bir türe yakıştırmak, sonucu olmayan bir iş gibi. Bu filmin korku filmi olduğunu söylerken çok rahatız, çünkü gayet ürkütücü ve tamamen rahatsız edici. Mica Levi’nin olağanüstü, büyüleyici ve geren öğeleri, Glazer’ın cesur, deneysel yaklaşımı ve Johansson’ın cinselliğini erkekler için kullandığı karakteri kariyerindeki en iyi performansı. Düzinelerce insanı hapseden sahneler aklımızda yer alıyor. Film, sınıflandırılmış filmleri aşan, basit ama harika bir yapıt. Fikirlerle ilerleyen ve kadın vücudunun nasıl bir araç olduğunu, cinselliğin bir silah olarak kullanıldığı ve yeni feminizm teorilerinin sıradanlığını, film sürekli olarak göz önüne getiriyor. Filmin ortasında kötüyü kurbana çevirerek Glazer sempatimizi kazanıyor. Bu bilim kurgu-korku filminin içinde gerçek duygular var. Bununla birlikte bu geçersiz, kasten cahil ve anlaşılır biçimde korkutucu olan filmi takip ederken içine gireceksiniz. Neyse ki Glazer bahşedilmiş inanılmaz bir yönetmen ve böylece güvenilir biri. Risk almanıza değer.
1.Mulholland Drive – Mulholland Çıkmazı (2001)
Eğer David Lynch, Showtime için ekranlara geri dönecek olan projesi Twin Peaks başarısız olup bir daha başka bir film yapmamaya karar verirse, elimizde Mulholland Drive var. Yönetmenin gelmiş geçmiş en iyi ve 2000’lerin en korkutucu filmi. Televizyon için yapılacak bir senaryodan filme geçiş gibi ilginç bir yolculuğu var, ama Lynch limonlardan limonataya yapmayı çok iyi beceriyor. Filmi ele aldığımızda kesinlikle gelmiş geçmiş en iyi kabus ve Lynch’in kariyerinin başlangıcından itibaren yaptığı ve geldiği en iyi yer. Bu kabus, Naomi Watts’ın Betty’sinin otobüsten inip Hollywood’a adım atma gibi tipik bir Amerikan hayaliyle başlıyor. Rüya, bizim tahmin ettiğimiz olaylarla, konu dışı ve çarpıtılan mantıkla, karşılıksız bir aşkı ve hain bir yapımcıyı ele alıyor. Birden çok izledikten sonra değişik anlatıma sahip bu filmdeki parçaları bir araya getiriliyor, Watts’ın değişen karakteri Diane daha acımasız, istediğini alan intikamcı bir karakter, kabusunun sadece bir başlangıç olduğunu ve yaptıklarından sonra pişmanlığı ve kendinden nefret ettiğini keşfediyor. Karanlık, neredeyse olağanüstü ve Hollywood rüyasının tehlikeleri, Lynch asla yanlış notayı çalmıyor, korkunç sonuçlar ve karakter yaratımlarında doğuştan sinema yeteneğine sahip. Doğrudan düşünüce, film kesinlikle bir kategori altında değerlendirilemez, ama korku filme yakıştırılabilecek en yakın tür. Twin Peak haberleri oldukça heyecan verici, umarız ki David Lynch gelecekte filmlerine devam eder.
Saygı Duruşu: Tamamen korku kategorisinde değerlendirilmeyen ama bahsedilmesi gereken filmler şu şekilde; Guillermo Del Toro’nun Pan’s Labyrinth’i, Lars Von Trier’in Antichrist, Kim Ji-Woon’un I Saw The Devil, Edgar Wright’ın Shaun Of The Dead’i ve Joe Cornish’in Attack The Block, Haute Tension, Martyrs, A Field In England ve The Devil’s Rejects, filmlerini de eklemek gerek.
Bunlar dışında: The Conjuring, Paranormal Activity, Drag Me To Hell, The Children, Ginger Snaps, Teeth, Session 9, Frailty, Slither, Trick R Treat, Pontypool, The Strangers, Splice, Dog Soldiers, Dracula: Pages From A Virgin’s Diary, May, A Tale Of Two Sisters, Calvaire, Wolf Creek, The Red Shoes, [REC], Cloverfield, Splinter, Amer, Thirst, The Innkeepers, The Woman In Black, ve V/H/S 2
Kaynak: Indiewire
Çeviri: İrem Naz Güvel